Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2011/6.MD-236 Esas 2012/86 Karar Sayılı İlamı

Abaküs Yazılım
Ceza Genel Kurulu
Esas No: 2011/6.MD-236
Karar No: 2012/86

Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2011/6.MD-236 Esas 2012/86 Karar Sayılı İlamı

Ceza Genel Kurulu         2011/6.MD-236 E.  ,  2012/86 K.

    "İçtihat Metni"

     Tebliğname :2011/268157
    Yargıtay Dairesi   : Ceza Genel Kurulu
    Mahkemesi        : YARGITAY 6. Ceza
    Günü            : 15.06.2011
    Sayısı            : 1-1

    Sanık hakkında, 765 sayılı TCY’nın 240, 80, 230, 80, 339/1, 80, 203/1 ve 219/3. mad¬deleri uyarınca cezalandırılması istemiyle açılan kamu davasında; yargılama yapan Yargıtay 6. Ceza Dairesince 18.10.2006 gün ve 4862-9930 sayı ile;
    Baktığı davalarda çıkar sağladığı konusunda yaygın söylenti olduğu ve bunu doğrulayacak şekilde usulsüz karar verdiğine ilişkin 2001/974, 975, 976, 977, 978 esas sayılı dosyalarda 4562 sayılı Yasanın Geçici 6. maddesi çerçevesinde araştırma yapmadan davanın kabulüne hükmedilmesi,
     1999/784, 914, 2000/238, 377, 487, 804, 999, 2001/171, 461, 503, 673, 702 esas sayılı dosyalarda evlilikleri bir yıldan az süren anlaşmalı boşanma talepleri ve 1999/677, 762, 830, 956, 1003, 1018, 1040, 1078, 1093, 1154, 1193, 1207, 1223, 2000/50, 66, 101, 166, 175, 210, 215, 410, 486, 488, 505,  617,  786, 803, 885,  890, 1099,  1348,  2001/90,  95, 121, 160, 335, 695, 705 esas numaralı boşanma davalarında taraflardan birini, bazen ikisini dinlemeksizin vekillerinin beyanları doğrultusunda hüküm kurulması,
     2000/615, 2001/90, 91, 501, 802, 1099, 117 esas sayılı boşanma davalarında aile nüfus tablosunu getirmeden karara bağlayıp gerekçeli kararın yazım aşamasında ilgili kayıtları temin etmeye yöneldiğine ilişkin ve tevzi dışı kayda alındığı saptanamayan 2000/238, 2001/171, 503, 702, 879, 1039, 1129, 114 esas nolu dosyaların da istemler üzerine sanık tarafından yapılan işlemlerin tümünün yargılama yetkisi ve takdir hakkı kapsamında bulunduğu, sanığın üzerine atılı görevini kötüye kullandığı iddiasının bu suçlar yönünden sübuta ermediği ve yasal öğeleri oluşmadığı gerekçesiyle beraatine,
     Yargıtay’a yollanan bir kısım dosyalarda vezneden çekilen miktar ile gönderme masrafı arasında ayrıca tebligat bedellerinin sarf edilmesi yolunda yazı işleri müdürünün zimmetine para geçirmesine neden ve zemin hazırladığı yönünde iddia dışında yeterli, inandırıcı kanıt elde edilemediği ve atılı suçun sübuta ermediği gerekçesiyle beraatine,
     Sanık İbrahim Kaplan’ın Bursa 3. Asliye Hukuk Hakimi olarak çalıştığı dönemde;
     1-a) Denetimin başladığı 20.11.2001 günü itibariyle (5-6-7). aylardan kalma toplam 119 adet dava dosyasının gerekçeli kararlarını yazmadığı gibi, 2000/1290 ve 2000/1250 esas sayılı dosyalarda ise kararı belirlemeden hükmün niteliğini meçhul bırakarak HUMY’nun 388. maddesine aykırı davranmak,
     b) Kalem denetiminde gerekli özen ve titizliği göstermemesi sonucu bazı dosyaların işlemsiz kalması, bazı tutanaklar ve kararların sahte imzalar ile tamamlanmasına zemin hazırlamak eylemlerinin, zincirleme şekilde görevi ihmal suçunu oluşturduğu gerekçesiyle lehe olan 765 sayılı TCY’nın 230. maddesinin 1.fıkrası, 80, 59/2, 647 sayılı Yasanın 4/1 ve  TCY’nın 72. maddeleri uyarınca sonuç olarak (484) dörtyüzseksendört Lira adli para cezasıyla cezalandırılmasına,
    2-a) Bursa 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2001/1073, 752, 888, 1053, 1072 esas sayılı yaş tashihi davalarında, haber vermeden duruşmaları icra ettiği, duruşmalara katılmayan Cumhuriyet savcıları E...Ö... ve N... Y... adına mütalaa yazdırıp aynı doğrultuda hüküm kurmak,
     b) Keşfe gitmediği halde gitmiş gibi tutanak düzenlediği ve yol tazminatı almak, eylemlerinin zincirleme şekilde görevde yetkiyi kötüye kullanmak suçunu oluşturduğu gerekçesiyle lehe olan 765 sayılı TCY’nın 240/1, 80, 59/2, 647 sayılı Yasanın 4/1 ve TCY’nın 72. maddeleri uyarınca (1.536) Lira adli para cezası ve (2 ay 27 gün) süreyle memurluktan yoksun bırakma cezasıyla cezalandırılmasına,
    Hükmolunan para cezalarının 765 sayılı TCY’nın 72. maddesi uyarınca toplanarak 2.020 Lira adli para cezası ve 2 ay 27 gün memurluktan yoksun bırakılması cezasıyla cezalandırıl¬ma¬sı¬na, para cezasının 647 sayılı Yasanın 5. maddesi uyarınca takdiren birer ay arayla 10 eşit taksitle alınmasına ve cezalarının 647 sayılı Yasanın 6. maddesi uyarınca ertelenmesine karar verilmiş,
    Yargıtay C.Başsavcılığınca hüküm,
    1- Sanığın Bursa 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2001/1073, 752, 888, 1053 ve 1072 esas sayılı yaş düzeltme davalarında Cumhuriyet savcısına haber vermeden duruşmaları icra etmesi, ayrıca keşfe gitmediği halde gitmiş gibi tutanak düzenlemesi ve yol tazminatı alması eylemlerinin resmi evrakta sahtecilik suçunu oluşturacağı,
    2- Anılan eylemlerin ayrı ayrı suçları oluşturduğu,
    3- Sanığın baktığı 2001/974, 975, 976, 977, 978 esas sayılı dosyalarda, 4562 sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanununun Geçici 6. maddesi çerçevesinde araştırma yapmadan ve bu hüküm gereğince davalara konu taşınmazların tamamının tapu kayıtlarına “anılan Yasanın 6. maddesi doğrultusunda Dosap Müteşebbüs Teşekkül Başkanlığının onayı olmadan temlik edilemez” şerhi konulduğu halde davacı ile davalının anlaştığından sözedilerek davayı kabul etmesinin görevi kötüye kullanma suçunu oluşturduğu gerekçeleriyle temyiz edilmiştir.
    Temyizen dosyayı inceleyen Yargıtay Ceza Genel Kurulunca 19.02.2008 gün ve 346-25 sayı ile;
    1- a) Yaş tashihi davalarında Cumhuriyet savcılarının katılımı olmaksızın duruşma icra edip, onlar adına mütalaa yazdırıp, aynı doğrultuda hüküm kurma eyleminin sahteliği ispat edilme¬dikçe geçerli evrakta sahte¬cilik suçuna uyduğu ve 765 sayılı TCY’nın 339. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesindeki suçu oluşturduğu, sanığın olaylardaki davranış biçimi, eylemler arasındaki kısa sayılabilecek zaman süreci ve suçla korunan hukuki yarar birlikte değerlendirildiğinde, sanığın sahtecilik suçunu zincirleme şekilde işlediği gözetilmeden eylemin görevde yetkiyi kötüye kullanma suçu olarak kabul edilmesi isabetsizliğinden Özel Daire hükmünün bozulmasına,
    b) Keşfe gitmediği halde gitmiş gibi tutanak düzenleme, keşif paralarının ödenmesi için tahsilat makbuzlarını imzalayıp sonrada yol tazminatı alma eylemlerinin bütünüyle görevde yetkiyi kötüye kullanma suçunu oluşturacağı, davaların konusu, keşiflerin birbirini izleyen ve kısa sayılabilecek zaman aralıklarıyla gerçekleştirilmesi ve sanığın olaylardaki benzer davranış biçimi birlikte değerlendirildiğinde, bu eylemlerinin de aynı suç işleme kararıyla icra edildiği ve zincirleme suç hükümlerinin uygulanması gerektiği, bu itibarla Özel Daire kararının isabetli olduğuna, ancak hükmünden sonra yürürlüğe giren 5728 sayılı Yasa ile değişik CYY’nın 231. maddesinin sanık bakımından değerlendirilmesi için hükmün bozulmasına,
    2- Sanığın baktığı 2001/974, 975, 976, 977, 978 esas sayılı dosyalarda mahkemece yapılan işlemlerin tümünün yargılama yetkisi ve takdir hakkı kapsamında bulunduğu, görevi kötüye kullanma veya ihmal kapsamında değerlendirilmeyeceği anlaşılmakla Özel Dairece verilen beraat kararının onanmasına karar verilmiştir.
    Ceza Genel Kurulu bozma kararına uyan Yargıtay 6. Ceza Dairesince 15.06.2011 gün ve 1-1 sayı ile;
    1- Sanığın mahalline gitmeden gitmiş gibi keşif tutanağı düzenleyip yol tazminatı almasına ilişkin eylemlerin bir bütün halinde zincirleme biçimde usul ve yasalarda belirlenen görevde yetkiyi kötüye kullanma suçunu oluşturduğu, sanık lehine olan 765 sayılı TCY’nın 240/1 ve 80. maddelerine uyan suçun aynı Yasanın 102/4 ve 104/2. maddelerine göre 7 yıl 6 aylık dava zamanaşımına tabi olduğu suç tarihinden karar tarihine kadar anılan sürenin geçmiş bulunduğu anlaşıldığından kamu davasının zamanaşımı nedeniyle düşmesine,
    2- Sanığın nüfusta kayıt düzeltme davalarına Cumhuriyet savcılarına haber vermeden duruşmaları icra ettiği, duruşmaya katılmayan Cumhuriyet savcıları adına mütalaa yazdırıp hüküm kurduğu, şekil ve içerik bakımından sahteliği ispat edilinceye kadar geçerli resmi belgeleri bu şekilde düzenlediği, sanığın eyleminin zincirleme şekilde sahteliği ispat edilinceye kadar geçerli evrakta sahtecilik suçundan lehe kabul edilen 5237 sayılı TCY’nın 204/2, 204/3, 43 ve 62. maddeleri uyarınca 4 yıl 8 ay 7 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
    Bu hükmün de sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay C.Başsav¬cı¬lığının 12.08.2011 gün ve 268157 sayılı onama istemli tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Yargıtay Ceza Genel Kurulunca değerlen¬dirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
    TÜRK MİLLETİ ADINA
    CEZA GENEL KURULU KARARI
    Temyizin kapsamına göre inceleme, resmi belgede sahtecilik suçundan kurulan mahkûmiyet hükmü ile sınırlı olarak yapılmıştır.
    Temyizen incelenen dosyada Ceza Genel Kurulunca çözümü gereken uyuşmazlık; sanığın Bursa 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2001/1073, 2001/752, 2001/888, 2011/1053 ve 2001/1072 esas sayılı nüfusta kayıt düzeltme davalarında Cumhuriyet savcılarına haber vermeden duruşmaları icra etmesi ve duruşmalara katılmayan Cumhuriyet savcıları adına mütalaa yazdırıp hüküm kurmasının zincirleme şekilde resmi evrakta sahtecilik suçunu oluşturup oluşturmadığının belirlenmesine ilişkindir.
    Ancak, Ceza Genel Kurulundaki inceleme sırasında, işin esasına girilmeden önce 17.12.2008 tarihli duruşma tutanağının birinci sayfasının başkan ve zabıt kâtibi tarafından imzalanmadığının saptanması üzerine bu hususun CYY.nın 232/4. maddesine aykırılık oluşturup oluşturmayacağı Yargıtay İç Yönetmeliğinin 27. maddesi uyarınca öncelikle ele alınıp “ön sorun” olarak değerlendirilmiştir.
    Ceza yargılaması işlemlerinin belgelendirilebilmesi ve bu işlemlere belge kanıtı değeri tanınabilmesi amacıyla düzenlenen ve yargılamanın, yasanın aradığı şekilde oluşturulan heyet tarafından ve yine yasanın belirlediği ölçüler içerisinde yapılıp yapılmadığı hususunda yegâne delil olan ve sahteliği ya da gerçeğe aykırı olarak düzenlendiği yine aynı değerdeki bir delil ile kanıtlanana kadar resmi belge niteliği taşıyan duruşma tutanaklarının şekli ve içerikleri, 5271 sayılı Ceza Yargılaması Yasasının “Duruşma Tutanağı” başlıklı 219. maddesinde; “Duruşma için tutanak tutulur. Tutanak, mahkeme başkanı veya hâkim ile zabıt kâtibi tarafından imzalanır. Duruşmada yapılan işlemlerin teknik araçlarla kayda alınması halinde, bu kayıtlar vakit geçirilmeksizin yazılı tutanağa dönüştürülerek mahkeme başkanı veya hâkim ile zabıt kâtibi tarafından imzalanır. Mahkeme başkanının mazereti bulunursa tutanak, üyelerin en kıdemlisi tarafından imzalanır” şeklinde düzenlenmiş,
    CYY’nın 220. maddesinde, duruşma tutanağının başlığında; duruşmanın yapıldığı mahkemenin adı, oturum tarihi, hâkim, Cumhuriyet savcısı ve zabıt kâtibinin adı ve soyadının belirtileceği hüküm altına alınmıştır.
    CYY’nın 221. maddesi uyarınca duruşma tutanaklarında; “oturuma katılan sanığın, müdafiinin, katılanın, vekilinin, kanunî temsilcisinin, bilirkişinin, tercümanın, teknik danışmanın adı ve soyadı, duruşmanın seyrini ve sonuçlarını yansıtan ve yargılama usulünün bütün temel kurallarına uyulduğunu gösteren unsurlar, sanık açıklamaları, tanık ifadeleri, bilirkişi ve teknik danışman açıklamaları, okunan veya okunmasından vazgeçilen belge ve yazılar, istemler, reddi halinde gerekçesi, verilen kararlar ile hüküm” yer alır.
    CYY’nın 222. maddesinde ise; “duruşmanın nasıl yapıldığı, kanunda belirtilen usul ve esaslara uygun olarak yapılıp yapılmadığı ancak tutanakla ispat olunabilir. Tutanağa karşı yalnız sahtecilik iddiası yöneltilebilir” hükmüne yer verilmiştir.
    Ceza Genel Kurulunun yerleşik kararlarında belirtildiği üzere; yargılama işlemleri, onlara belge kanıtı değeri tanınması için duruşmada okunarak tutanaklara yansıtılmakta ve duruşmaya katılan mahkeme başkanı, hâkim ve zabıt kâtibi tarafından imzalanarak resmi belge niteliğine kavuşturulmaktadır. Yargılama sürecinin sonunda verilen, yargılamayı sonlandıran ve tutanağa geçirilip duruşmada okunan son kararın da oturuma katılan başkan ve tüm hâkimler ile tutanağı yazmakla görevli zabıt kâtibi tarafından imzalanması gerekmektedir.
    Diğer taraftan, 1412 sayılı Ceza Yargılaması Usulü Yasasının 5320 sayılı Yasanın 8. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan 308. maddesinin;
    “Aşağıda yazılı hallerde kanuna mutlaka muhalefet edilmiş sayılır.
    1- Mahkemenin kanun dairesinde teşekkül etmemiş olması,
    2- Hâkimlik vazifesine iştirakten kanunen memnu olan bir hâkimin hükme iştirak etmesi,
    3- Makbul şüpheden dolayı hakkında ret talebi vaki olup da bu talep kabul olunduğu halde hâkimin hükme iştirak etmesi yahut bu talebin kanuna mugayir olarak reddolunması suretiyle hâkimin hükme iştirak ettirilmesi,
    4- Mahkemenin kanuna muhalif olarak davaya bakmağa kendini vazifeli veya salahiyetli görmesi,
    5- Cumhuriyet Müddeiumumîsi yahut kanunen vücudu lazım diğer şahsın gıyabında duruşma yapılması,
    6- Şifahi bir duruşma neticesi olarak verilen hükümde aleni muhakeme kaidesinin ihlal edilmesi,
    7- Hükmün esbabı mucibeyi ihtiva etmemesi,
    8- Hüküm için mühim olan noktalarda mahkeme kararıyla müdafaa hakkının tehdit edilmiş olması” şeklindeki açık düzenlemesi karşısında, belirtilen hukuka mutlak aykırılık halleri dışındaki aykırılıkların bozma nedeni sayılabilmesi için esasa etkili olmaları gerekir. Esasa, yani yerel mahkemece verilen hükme etkisi bulunmayan nispi hukuka aykırılık halleri ise bozma nedeni oluşturmayacaktır.
    Nitekim 20.05.1957 gün ve 5–13 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında; “Bir hükmün bozulmasını istilzam eylemesi bakımından, sureti mutlakada kanuna muhalefet kâfi olmayıp kanuna vuku bulan muhalefetin hükmün esasına ve neticesine tesir etmiş veya etmesi mümkün bulunmuş olması icap eylediği, duruşmada hazır bulunan hükümlüye TCK’nın 94. maddesinde yazılı ihtaratın yapılmamasının, esasa ve sonuca etkili olmaması bakımından hükmün bozulmasını gerektiren hallerden olmadığı”, Ceza Genel Kurulunun 29.06.2004 gün ve 124–155 sayılı kararında; “Ceza Muhakemeleri Usulü Yasasının 307. maddesine göre temyiz, ancak hükmün yasaya aykırı olması sebebine dayanır. Yasaya aykırılık ise bir hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış uygulanmasıdır. Anılan Yasanın 308. maddesinde sekiz bent halinde, tamamı usule ilişkin olan ve yasaya mutlak aykırılık oluşturduğu varsayılan haller sıralanmıştır. Bozma gerektirip gerektirmeyeceği hususunda Yargıtay’a araştırma yetkisi tanınmamış olan bu hallerin varlığının saptanması durumunda hükmün Yargıtay’ca bozulması gerekmektedir. Anılan maddenin dışındaki muhakeme normlarına aykırılık bakımından ise aykırılığın son karara etkisi bulunup bulunmadığının araştırılması gerekir. Hukuka aykırılığın son karara etki etmediği, kaldırılmasının da etkide bulunmayacağı muhakkak ise bu aykırılıkların bozma sebebi sayılması çoğu kez yargılamanın uzamasından başka bir işe yaramayacaktır…”, 28.02.2012 gün ve 294–64 sayılı kararında ise; “hazır bulunduğu duruşmada şikâyetçi ve vekilinin davaya katılma istemi üzerine sanık ve müdafiinin görüşü alınmadan katılma isteminin kabulüne karar verilmesi hukuka aykırılık oluşturmakta ise de, sanık ve müdafiinin katılma kararından haberdar olmaları, katılma kararı verildikten sonra yapılan duruşmada hazır bulunmalarına rağmen katılma kararı konusunda bir itirazda bulunmamaları, hükmü temyiz eden sanık müdafiinin temyiz dilekçesinde bu konuya ilişkin bir itirazının olmaması karşısında, nispi nitelikteki bu hukuka aykırılığın esasa etkili olduğundan veya savunma hakkının kısıtlanmasından söz edilemeyecektir” sonucuna ulaşılmıştır.
    Öğretide de; “Haksız kararın kaldırılması demek olan bozmanın işe yaraması, yani sonunda başka ve haklı bir karar verilmesi lazımdır. Eğer önceki hükümden başka bir karar verilemeyecekse bozmanın manası yoktur. Onun için aykırılığın son karara tesirini araştırmak gerekir. Son karar doğru ve haklı bulunduğunda, ona tesir etmediği kabul olunan aykırılıklar bozma nedeni sayılmamalıdır” (Nurullah Kunter, Ceza Muhakemesi Hukuku, 9. Bası, s. 529), “Maddi hukuka aykırılıklar daima bozma nedeni olurken, muhakeme hukukuna aykırılıklar kural olarak her zaman bozma nedeni sayılmazlar. Muhakeme hukukuna aykırılıklar verilmiş kararı etkilememişlerse hukuka aykırı olsalar bile bozma nedeni sayılmazlar. Bu kuralın istisnası CMUK’nun 308. maddesindeki mutlak bozma nedenleridir. Verilecek kararı etkilememiş olan muhakeme hukukuna aykırılıklar için son kararın bozulmasına gerek yoktur” (Öztekin Tosun, Suç Muhakemesi Hukuku Dersleri Muhakemenin Yürüyüşü, İstanbul 1973, s. 200–201), “CMUK’nun 308. maddesinde sayılanlar dışındaki muhakeme hukukuna aykırılıklar mutlak olmayan temyiz sebepleri olarak ifade edilir. Mutlak temyiz nedenleri bulunduğunda hüküm mutlaka bozulacaktır. Mutlak olmayan temyiz nedenlerinin varlığı halinde ise, hükmün bozulabilmesi için söz konusu temyiz sebebinin hükmü etkilemiş olup olmadığına bakılacaktır” (Bahri Öztürk, Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, 3. Bası, s. 611), “Temyiz sebebi ile bozma sebebi birbirlerinden farklı kavramlardır. Hükme tesiri bulunmayan aykırılıklar bozma sebebi teşkil etmezler” (Feridun Yenisey, Duruşma ve Kanun Yolları, 2. Bası, s. 184), “Son kararda var olan hukuka aykırılık, mahkemenin son kararını etkilemiş, hukuki ihlal kararın temellerini oluşturan hukuk normlarının aykırılığından doğmuş ise, bunun bir temyiz nedeni olarak kabul edilmesi ve kararın bozulması gerekir. Aksine son kararda bir hukuku zedeleme olmasına karşılık, bu aykırılık kararı etkilememiş, mahkemenin son kararı bu ihlal olmadığı takdirde de değişmeyecek durumda olursa bir temyiz nedeninden söz edilemez. Nispi temyiz nedenlerinden söz edildiğinde, yargılama hukuku ihlalinin son karara nispeti, yani etkisi araştırılmalıdır” (Erdener Yurtcan, Ceza Yargılaması Hukuku, 4. Bası, s. 443), “Hükmün usulden bozulması için kanunun ihlal edilmiş olması kâfi değildir. Hükmün, kanunun ihlaline de istinat etmiş olması lazımdır. Yani kanun ihlal edilmiş olduğu içindir ki, hüküm bu suretle verilmiştir. Eğer kanun ihlal edilmemiş olsaydı, hüküm verildiği gibi verilmeyecek idi. Diğer bir tabirle, hükmün bozulması için, hüküm ile kanunun ihlali arasında bir rabıtanın mevcut olması icap eder” (Baha Kantar, Ceza Muhakemesi Usulü, 4. Bası, s. 365), “Hükmün sonucunun başka türlü olabileceği, yani hükmün değişebileceği kabul edilmeyen durumlarda usule aykırılık bozma nedeni sayılmamaktadır. Kendisine aykırı davranılan kural, ister mahkemece kendiliğinden göz önünde tutulması gereken, ister iddia yahut itiraz üzerine uygulanması gereken bir kural olsun hükmün sonucunu değiştirecek nitelikte olmadıkça bozma sebebi değildir” (Recai Seçkin, Yargıtay Tarihçesi ve İşleyişi, s. 82), “Her hukuka aykırılık, temyiz nedeni, dolayısıyla bozma nedeni sayılmaz. Sadece hükme esas teşkil eden hukuka aykırılıklar temyiz nedeni olarak ileri sürülebilir. Başka bir değişle, bir hukuka aykırılığın temyiz nedeni sayılabilmesi için, hukuka aykırılık ile hüküm arasında sebep sonuç ilişkisi bulunması gerekir. Bu tür hukuka aykırılıklar, bir muhakemede hükmü etkilerken, başka bir muhakemede hükmü etkilemeyebilir. Bu nedenle her somut olayda hukuka aykırılıkların hükmü etkileme ihtimali ayrıca araştırılmalıdır. Şu halde, mutlak temyiz nedenleri dışında kalan ve son karara etkisi olmayan hukuka aykırılıklar temyiz nedeni sayılamazlar” (Nur Centel–Hamide Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku, 6. Bası, s. 707), “Bir hukuka aykırılık halinde hükmün bozulabilmesi için, bu hukuka aykırılığın hükmü etkileyip etkilemediği araştırılır. Hükmü etkilememiş hukuka aykırılıklar dolayısıyla hüküm bozulmaz” (Yener Ünver–Hakan Hakeri, Ceza Muhakemesi Hukuku, 5. Bası, s. 864), “Şayet bir hukuka aykırılık hali sanığın lehine bir şekilde hükme etki ediyor veya lehte ya da aleyhte herhangi bir etkide bulunmuyorsa, bu halde ortada bir temyiz sebebinin olduğundan bahsedilemez” (Özbek–Kanbur–Doğan–Bacaksız–Tepe, Ceza Muhakemesi Hukuku, Ankara 2011, 2. Bası, s. 719) şeklinde görüşler ileri sürülmek suretiyle, hükmün esasına etkisi bulunmayan ve hukuka kesin aykırılık hallerinden sayılmayan aykırılıkların bozma nedeni sayılmaması gerektiği düşüncesi benimsenmiştir.
    Bu açıklamalar ışığında ön sorun değerlendirildiğinde;
    Bozma kararı sonrası sanığın bozmaya karşı savunmasının alındığı 17.12.2008 tarihli duruşma tutanağının ilk sayfası başkan ve zabıt katibi tarafından imzasız bırakılmış ise de; tutanağın ikinci sayfası Daire başkanı, üyeler ve zabıt katibi tarafından imzalanmış, gerekçeli karar sanık müdafii ve katılana tebliğ edilmiştir. Hükmü temyize hakkı bulunan katılan bu yetkisini kullanmazken, sanık müdafii tarafından anılan duruşma tutanaklarının sahte ya da gerçeğe aykırı olarak düzenlendiği veya mahkeme heyetinin yasanın aradığı şekilde teşekkül etmediği yönünde bir iddia ileri sürülmemiştir.
    Bu durumda, 5271 sayılı Ceza Yargılaması Yasasının 222. maddesi uyarınca tutanaklarda sahtecilik yapıldığına veya tutanakların gerçeğe aykırı olarak düzenlendiğine ya da 1412 sayılı Ceza Yargılaması Usulü Yasasının 308. maddesinde belirtilen; mahkemenin kanun dairesinde teşekkül etmediğine ilişkin bir iddianın bulunmaması karşısında, anılan Yasa maddesi uyarınca mutlak hukuka aykırılık oluşturmayan ve mahallinde de giderilebilecek eksiklik niteliğindeki bu husus, hükmün esasına etkili bulunmaması nedeniyle bozma nedeni yapılmamalıdır.
    Bu nedenle mahallinde giderilebilecek nitelikteki bu eksikliğin, duruşma tutanaklarının içeriklerinin güvenilirliği yönünde bir duraksamaya yol açmadığı ve yargılama süjeleri tarafın¬dan da mahkemenin yasaya uygun olarak teşekkül ettirilmediği veya söz konusu tutanakların sahte ya da gerçeğe aykırı düzenlendiği ve belge değeri taşımadığı ileri sürülmedi¬ğinden Ceza Genel Kurulunca işin esasına geçilmesine oybirliğiyle karar verilmiştir.
    Ön sorun bu şekilde çözüldükten sonra, esasa ilişkin uyuşmazlığın çözümünde;
    İncelenen dosya içeriğinden;
    Şikayetçi Cumhuriyet savcısı E... Ö... Dilekçesinde ve beyanlarında özetle; Bursa Üçüncü Asliye Hukuk Mahkemesinin 03.10.2001 günlü duruşmalarına katılmadığını, anılan tarihte asli görevi olan Bursa Üçüncü Asliye Ceza Mahkemesindeki duruşmalara iştirak ettiğini, Üçüncü Asliye Hukuk Mahkemesinde görülen nüfus davalarına katılması konusunda Cumhuriyet Başsavcılığının da bir kararı olmadığını, 24.09.2001-26.09.2001 tarihleri arasında Cumhuriyet savcısı arkadaşı S.... C... Yerine duruşmalara katıldığını, 27.09.2001 gününden itibaren adı geçen mahkemenin nüfus davalarında Cumhuriyet savcısı S.... C... ’ın iddia makamını temsil ettiğini, Bursa Üçüncü Asliye Hukuk Mahkemesinin 2001/1073 esas sayılı dosyasının görüldüsünü de yapmadığını, bu dosyanın kararının görüldü için getirildiğinde şahsa bu dosyanın yargılamasına katılmadığını, kim duruşmaya çıktı ise ona götürün ve imzalatın dediğini, bu dosyalara adının yazıldığını soruşturma sırasında öğrendiğini,
    Tanık N... Y.... Anlatımlarında özetle; 2001/888 esas sayılı kayıt düzeltme davası ile ilgili dosyanın Üçüncü Asliye Hukuk Mahkemesine ait olduğunu, dosyanın yargılamasına hiçbir aşamada katılmadığını, bir gün odasında otururken davacıların ellerinde bir dosya ile geldiklerini ve “dosyanın görüldüsünü yapar mısınız” dediklerini, bu dosyanın duruşmalarına katılmaması nedeniyle görüldü imzası atmasının söz konusu olamayacağını söyleyince, davacı kişilerin "senin yüzünden bizim kararımız kesinleşmiyor, işimizi siz geciktiriyorsunuz, senin yüzünden işimiz hallolmuyor" diyerek üzerine yürüdüklerini, polis karakoluna telefon ettiğini, bir memurun geldiğini, davanın duruşmasına katılmadığını çok iyi hatırladığını ve bir temyiz dilekçesi hazırlayıp katibiyle gönderdiğini, kimin havale ettiğini bilmediğini, 2001/888 esas sayılı kayıt düzeltme ile alakalı dosyanın yargılamasına kesinlikle katılmadığını, yokluğunda yapılıp adına mütalâa yazdırılıp karar verildiğini, bu sebeple temyiz yoluna başvurduğunu, olayın akabinde de Cumhuriyet Başsavcısına gidip bu olayı anlatıp ayrılmak istediğini ifade ettiğini, Cumhuriyet Başsavcısının bu mahkemenin kayıt düzeltme davalarından kendisini aldığını,
    Tanık S.... C...  beyanlarında özetle; Cumhuriyet savcısı S...B..."nun Sekizinci Asliye Ceza Mahkemesindeki duruşmaları için refik savcı olduğunu, 03.10.2001 tarihinde adı geçen mahkemede savcı arkadaşının bulunamaması nedeniyle anılan mahkemenin duruşmalarına katıldığını, Üçüncü Asliye Hukuk Mahkemesinin 2001/752, 1053, 1072 ve 1073 esas sayılı dosyaların duruşmaları her ne kadar 03.10.2001 günü yapılmış ise de kendisinin bu duruşmalara iştirak etmediğini,
    Sanık savunmasında özetle; Bursa Üçüncü Asliye Hukuk Mahkemesinin nüfus dava¬la¬rında duruşma savcısının E... Ö.... Olduğunu, bilgisayarda sürekli adı geçen Cumhuriyet savcısının isminin kayıtlı olması nedeniyle onun adının duruşma tutanaklarında ve kararlarda mevcut olduğunu, bunun kâtibin dikkatsizliğinden kaynaklandığını, savcı E... Ö..."in yerine çıkması gereken savcı S.... C... "ın aynı gün Asliye Ceza Mahkemesinin duruşmalarına katıldığı için gelemediğini, dosyaları Cumhuriyet savcısının yokluğunda karara çıkardığını ve daha sonra kendisini haberdar ettiğini, duruşmaları bölmemek için bu yola başvurduğunu, 
    İfade etmişlerdir.
    Dosya kapsamına göre şikayetçi Cumhuriyet savcısı E... Ö... ile tanık Cumhuriyet savcıları S.... C...  ve N... Y..."ın Üçüncü Asliye Hukuk Mahkemesinin 03.10.2001 ve 11.7.2001 tarihli duruşmalarına katılmadıkları,
    2001/888 esas sayılı dosyada; 11.07.2001 tarihli oturumda, Cumhuriyet savcısı N... Y..."ın davanın kabulü yönündeki mütalaasına uygun olarak, davacıların doğum kayıtlarına ay ve gün ilave edilmek suretiyle, Z... İ..."ün doğum tarihinin 23.03.1953, M... İ..."ün doğum tarihinin ise 01.01.1946 olarak düzeltilmesine karar verildiği, Cumhuriyet savcısı N... Y.... tarafından temyiz edilen hükmün 18. Hukuk Dairesince 23.09.2002 gün ve 5702-8564 sayı ile onanmak suretiyle kesinleştiği,
    2001/752 esas sayılı dosyada; 03.10.2001 tarihli oturumda Cumhuriyet savcısı E... Ö..."in talebine uygun olarak, F... K..."un ölü H... K..."un ikinci eşi olarak nüfusa tesciline karar verildiği,
    2001/1072 esas sayılı dosyada; 03.10.2001 tarihli oturumda Cumhuriyet savcısı E... Ö..."in talebine uygun olarak, davacının E... A... olan adının, E... olarak değiştirilmesine karar verildiği ve kararın temyiz edilmeksizin 31.10.2001 tarihinde kesinleştiği,
    2001/1073 esas sayılı dosyada; 03.10.2001 tarihli oturumda C.Savcısı E...Ö..."in talebine uygun olarak, E...Ö..."ün doğum tarihinin 20.08.1978 olarak düzeltilmesine karar verildiği ve kararın temyiz edilmeksizin 31.10.2001 tarihinde kesinleştiği, dosyada C.Savcısının görüldüsünün bulunmadığı,
    Verilen hükümlerde, hükmün esası ile ilgili hukuka aykırı bir durumun saptanmadığı,
    2001/1053 esas sayılı dosyada; 03.10.2001 tarihli oturumda C.Savcısı E... Ö..."in talebine uygun olarak, B... A..."ın doğum tarihinin 09.09.1998 olarak düzeltilmesine karar verildiği ve kararın temyiz edilmeksizin 31.10.2001 tarihinde kesinleştiği, bu dosyada, Davacı B... A..."a velayeten O... A... Bursa Z.H. Doğumevinin 23.07.2000 gün ve 10969 sayılı Doktor raporuna göre oğlu B...."ın nüfusa tescilini sağladığı halde, 28.09.2001 günlü dava dilekçesine ekli Bursa Z.H. Doğumevi Baştabipliğinin 20.09.2001 günlü belge ile oğlunun 09.09.1998 tarihinde doğduğunu, buna göre nüfus kaydının düzeltilmesi istemi ile dava açmış, belgelerdeki bu farklılık araştırılmadan, 20.09.2001 tarihli belgeye dayalı olarak doğum tarihinin düzeltilmesine karar verildiği,
    Anlaşılmaktadır.
     Sanığın, Bursa 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2001/1073, 752, 888, 1053, 1072 esas sayılı yaş tashihi davalarında, Cumhuriyet savcılarını duruşma gününden haberdar etmeden duruşmaları icra ettiği, duruşmalara katılmayan Cumhuriyet savcıları E...Ö..ve N... Y... Adına mütalaa yazdırıp aynı doğrultuda hüküm kurduğu, tanık anlatımları, dosya inceleme tutanakları, 2001/888, 752, 1053, 1072 esas sayılı dosya asılları, 1073 sayılı dosya fotokopisi örneği ve C.Savcılığından alınan kayıt düzeltme davalarında görevli C.Savcıları listesi ile sabittir.
    Suç tarihinde yürürlükte bulunan 1587 sayılı Nüfus Yasası’nın 46. maddesi uyarınca nüfus kayıt ve düzeltme davalarının, kamu adına iddia makamını temsilen Cumhuriyet savcısının katılımı ile yürütülmesi zorunludur.
     Sahtecilik suçlarının hukuki konusu kamunun güvenidir. Belgelerin gerçeğe aykırı olarak düzenlenmesi, gerçek bir belgeye eklemeler yapılması, tama¬men veya kısmen değiştirilmesi eylemlerinin kamu güvenini sarstığı kabul edilerek suç sayılıp, yaptırıma bağlan¬mıştır.
    Sahteciliğin, sahteliği ispat edilmedikçe geçerli bir resmi evrak üzerinde yapılması halinde eylem suç tarihinde yürürlükte olan 765 sayılı TCY’nın 339 uncu maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesindeki suçu, oluş¬turacaktır.
    Somut olayda sanık, duruşmaya katılmalarında yasal zorunluluk bulunan Cumhuriyet savcılarını, bulunmadıkları halde duruşmada var göstermek, adlarına mütalaa yazdırmak ve mütalaa doğrultusunda hüküm tesis etmek suretiyle sahte mahkeme ilamı oluşturmuş ve bu sahte kayıtlara dayanılarak, anılan davalardaki ilgililerinin şahsi sicil veya aile nüfus kayıtları yeniden düzenlenmiştir.
    Suç tarihinde yürürlükte bulunan 1086 sayılı HUMY’nın 295. maddesi uyarınca, mahkeme ilamları sahteliği ispat edilme¬dikçe geçerli evrak niteliğinde olup, sanığın sabit olan eylemleri, sahteliği ispat edilmedikçe geçerli evrakta sahte¬cilik suçuna uymaktadır. Buna göre sanığın eylemi 765 sayılı TCY’nın 339. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesindeki suçu oluşturmaktadır.
    Sanığın eyleminin sonradan yürürlüğe giren 5237 sayılı TCY bakımından da değerlen¬dirilmesi gerekmektedir.
    5237 sayılı TCY’nın “Resmi belgede sahtecilik” başlıklı 204. maddesi;
    “(1) Bir resmî belgeyi sahte olarak düzenleyen, gerçek bir resmî belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştiren veya sahte resmî belgeyi kullanan kişi, iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
    (2) Görevi gereği düzenlemeye yetkili olduğu resmi bir belgeyi sahte olarak düzenleyen, gerçek bir belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştiren, gerçeğe aykırı olarak belge düzenleyen veya sahte resmi belgeyi kullanan kamu görevlisi üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
    (3) Resmi belgenin, kanun hükmü gereği sahteliği sabit oluncaya kadar geçerli olan belge niteliğinde olması halinde, verilecek ceza yarısı oranında artırılır” şeklindedir.
    Resmi belgede sahtecilik suçu seçimlik hareketli bir suç olarak düzenlenmiştir. Resmi belgenin sahte olarak düzenlenmesi, gerçek bir resmi belgenin başkaları aldatacak şekilde değiştirilmesi, resmi belgenin gerçeğe aykırı olarak düzenlenmesi veya sahte resmi belgenin kullanılması durumunda suç oluşur.
    Maddenin ikinci fıkrasında, resmi belgede sahtecilik suçunun kamu görevlisi tarafından işlenmesi ayrı bir suç olarak tanımlanmış ve daha ağır bir yaptırıma bağlanmıştır. Bu suçun oluşabilmesi için suçun kamu görevlisi tarafından işlenmesinin yanı sıra, suçun konusunu oluşturan belgenin kamu görevlisinin görevi gereği düzenlemeye yetkili olduğu bir belge olması gerekir. Kamu görevlisinin gerçeğe aykırı olarak bir olayı kendi huzurunda gerçekleşmiş gibi veya bir beyanı kendi huzurunda yapılmış gibi göstererek belge düzenlemesi halinde, bu fıkra hükmünde tanımlanan suç oluşmaktadır.
    Maddenin üçüncü fıkrasında, suçun konusunu oluşturan resmi belgenin, kanunun hükmü gereği sahteliği sabit oluncaya kadar geçerli olan bir belge niteliğinde olması halinde cezanın yarı oranında artırılması hükme bağlanmıştır.
    Bu bilgiler ışığında sanığın eylemenin resmi belgede sahtecilik suçunu oluşturup oluşturmayacağına ilişkin olarak somut olay değerlendirildiğinde;
    Hakim olan sanığın, yasal olarak duruşmalara iştirak etmesi gereken Cumhuriyet savcısı hazır olmadığı halde katılmış gibi gösterdiği, Cumhuriyet savcısı adına mütalaa yazdırdığı ve  bu mütalaa doğrultusunda karar verdiği tartışmasız olup görevi gereği düzenlemeye yetkili olduğu duruşma tutanağını içeriği itibarıyla sahte olarak düzenlemesi ve duruşma tutanaklarının sahteliği sabit oluncaya kadar geçerli belge niteliğinde olması nedeniyle sanığın eylemi  5237 sayılı TCY’nın 204. maddenin 2 ve 3. fıkraları kapsamında kalmaktadır.
    Sanık hakkında zincirleme (müteselsil) suç hükümlerinin uygulanıp uygulanma¬ya¬cağı hususuna gelince;
    Zincirleme suç, 765 sayılı Yasanın 80. maddesinde; “Bir suç işlemek kararının icrası cümlesinden olarak kanunun aynı hükmünün bir kaç defa ihlal edilmesi, muhtelif zamanlarda vaki olsa bile bir suç sayılır” şeklinde düzenlenmişken, 5237 sayılı TCY"nın 43/1. maddesinde; “Bir suç işleme kararının icrası kapsamında, değişik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda, bir cezaya hükmedilir. Mağduru belli bir kişi olmayan suçlarda da bu fıkra hükmü uygulanır” biçiminde düzenlenmiştir.
    765 sayılı TCY’nın 80. maddesi açısından zincirleme suçun varlığının kabulü bakımından gerekli birinci koşul; farklı zamanlarda işlenmiş olsalar dahi ortada birden çok suçun olması, ikinci koşul; bu suç¬ların yasanın aynı hükmünü ihlâl etmesi ve nihayet üçüncü koşul da; suç işleme kararında birlik bulunmasıdır.
    Bunlardan en önemlisi, Yasada “suç işleme kararında birlik” şeklinde ifadesini bulan, süb¬jektif koşuldur. Muhtelif suçları birbirine bağlayan, birleştiren ve müteselsil suçu yapısal olarak cezaların içtimaından ayıran da bu koşuldur. (Türkân Yalçın Sancar, Müteselsil Suç, Ankara-1995, s.86.) Bu sübjektif koşul, “aynı suç kasdı” olarak anlaşılmamalıdır. Nitekim 80. maddenin ilk halinde kullanılan “kasdı cürmi” deyimi karışıklıklara yol açtığından dolayı daha sonra değiştirilmiş ve madde günümüzdeki şeklini almıştır. Bu bakımdan, her biri bağımsız olan ve ayrı ayrı kastlarla işle¬nen bu suçların, aynı kastın ürünü olduklarını söyle¬mek, Yasanın lafzına da uygun olmayacaktır. (Uğur Alacakaptan, Suçun Unsurları, Ankara-1973, s.56.)
    Aynı ve tek olan şey, bu bağımsız kastları birleştiren ve bu sebeple kasttan başka bir anlam ifade etmek zorunda bulunan “suç işleme kararı”dır. Suç işleme kararından, kanunun aynı hükmünü birkaç defa ihlal etmek hususunda önceden kurulan bir plân, genel bir niyet anlaşılır. Fail, önceden böyle bir plân veya niyet tespit etmiş, bunu bir defada gerçekleştirecek yerde, kısımlara bölmeyi ve o suretle gerçekleştirmeyi daha uygun görmüş ve bu plâna göre hareket etmiş olduğu içindir ki, birden fazla olan kısımlar, tek bir müteselsil suç meydana getirirler. (Sulhi Dönmezer-Sahir Erman, Nazarî ve Tatbikî Ceza Hukuku, Cilt I, 14. bası, s.398)
    Ceza Genel Kurulunun 24.11.1998 gün ve 280-359 sayılı kararında vurgulanan ölçüte göre de; kesin, belirli, somut suçların maddi ve sübjektif öğelerini kapsayan bir tasarlamanın mevcu¬diyeti halinde, suç işleme kararında birliğin bulunduğunu kabul etmek gerekir.
     Ancak, suç işleme kararında birlik koşulu daha ziyade failin iç dünyası ile ilgili bulundu¬ğundan, gerçekleşip gerçekleşmediğinin belirlenmesi güçtür. O halde, bu konuda göz¬leme özel bir önem verilmelidir. Bu hususta takdir hakkı bulunan yargıç, bu işlem sırasında gündelik hayat dene¬yimlerini genel bir yol gösterici olarak gözönünde bulundurmalı, sübjektif bağın belirlenme¬sinde; suçların işleniş biçimlerindeki benzerlik, suçların işlenme zamanları ve yerleri arasındaki ilişki, suç¬ların işlenmesine hükümden sonra devam edilip edilmediği gibi yardımcı kriterlerden de yarar¬lanmalıdır. (Kayıhan İçel, Suçların İçtimaı, İstanbul-1972, s.138 vd)
     80. madde, birden fazla ihlâllerin “muhtelif zamanlarda” meydana gelse de bir suç sayı¬lacağını belirtmiştir. Bu bakımdan, suçlar arasında bir zaman aralığının bulunması doğal¬dır ve fasıla bu suçların aynı suç işleme kararıyla işlenip işlenmedikleri hususunda kesin bir ölçüt sayılamaz. Buna karşın, zamanın uzunluğu yahut kısalığı, tamamen göz ardı edilebile¬cek bir husus da değildir. Burada dikkate alınması gereken şudur; genellikle müteselsil suçun varlığı, suçlar arasındaki zaman aralıklarıyla ters orantılıdır. Örneğin; suçlar arasındaki zaman fasılaları çok uzunsa, bu durum failin “aynı suç işleme kararı” ile hareket etmediğine karine oluşturabilir. Bununla birlikte, suçların kısa zaman aralıklarıyla işlenmeleri de her zaman aynı suç işleme kararıyla hareket edildiğine işaret etmez.
     Öte yandan, Yasamız zaman konusunda olduğu gibi, suçların işlendikleri yer bakımından da bir sınır koymamıştır. Ancak, suçların aynı yerde işlenmeleri, suç işleme kararındaki birliğin bir işareti olarak kabul edilebilmektedir.
     Bir başka önemli sorun da, suçların farklı mağdurlara yönelik olması halinde, aynı suç işle¬me kararının bulunup bulunamayacağının tayinidir. Bazı yazarlar, mağdurların değişmesi halinde, müte¬selsil suçun hiçbir şekilde gerçekleşmeyeceğini ileri sürmektedirler. Bir kısım yazarlar ise, bazı suç¬ların yapısında bir sınır bulunduğunu; hayat, vücut bütünlüğü, hürriyet, cinsel özgürlük gibi mün¬hasıran kişiye ait değerleri ihlâl eden suçların, zorunlu olarak teselsül dışında kaldığını savun¬maktadırlar. Ancak bu yazarların hemen hepsi, mala karşı işlenen suçlarda mağdurlar farklı da olsa, suç işleme kararının değişmeyebileceğini kabul etmek¬tedirler. (Maggıore ve Majno’ya atfen, Sancar, s.106 vd.)
     Bu hususta Ceza Genel Kurulunun 18.11.1985 gün ve 220-585 sayılı kararı da önemli bir emsal oluşturmaktadır. Anılan kararda, suç işleme kararında birlik bulunması halinde suç¬tan zarar görenin birden fazla olmasının, eylemlerdeki bağlantıyı ve teselsülü etkilemeyeceği, müteselsil suçu ancak kararın yenilenmiş olmasının ortadan kaldıracağı belirtilmiş, böylece dolandırıcılık suçunda mağdur sayısının fazlalığının teselsüle mutlak engel bir hal olmadığı kabul edilmiştir.
    Suç tarihinden  sonra yürürlüğe giren 5237 sayılı TCY’nın  43/1. maddesinde düzenlenen zincirleme suç hükümlerinin uygulana¬bilmesi için ise;
    a- Aynı suçun değişik zamanlarda birden fazla işlenmesi,
    b- İşlenen suçların mağdurlarının aynı kişi olması,
    c- Bu suçların aynı suç işleme kararı altında işlenmesi gerekmektedir.
    765 sayılı TCY’nda yer alan “muhtelif zamanlarda vaki olsa bile” ifadesi karşısında, aynı suç işleme kararı altında birden fazla suçun aynı zamanda işlenmesi durumunda diğer koşulların da varlığı halinde zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi olanaklıdır. Nitekim 765 sayılı TCY’nın yürürlüğü zamanında bu husus yargısal kararlarla kabul edilmiş ve uygulama bu doğrultuda yerleşmiştir.
    5237 sayılı TCY"nın 43/1. maddesinde bulunan, “değişik zamanlarda” ifadesinin açıklığı karşısında öğretide de, zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi için suçların farklı zaman¬larda işlenmesi gerektiği konusunda görüş birliği bulunmaktadır. Zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi için, suçların mutlaka değişik zamanlarda işlenmesi gereklidir ki, bunun sonucu olarak, aynı mağdura, aynı zamanda, aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda tek suçun oluşacağı kabul edilmiştir. Bu halde zincirleme suç hükümleri uygulanarak artırım yapılama¬yacak, ancak bu husus TCY’nın 61. maddesi uyarınca temel cezanın belirlenmesinde gözönüne alınabilecektir.
    Burada “aynı zaman” ve “değişik zaman” kavramları üzerinde de durulmalıdır. Yasada bu konuda bir açıklık bulunmadığından ve önceden kesin saptamaların yapılması da olanaklı olmadığından, bu husus her somut olayın özelliği gözönüne alınarak değerlendirilmeli ve eylemlerin “değişik zamanlarda” işlenip işlenmediği belirlenmelidir.
    Konunun açıklığa kavuşturulabilmesi için mağdur kavramı üzerinde de durulmalıdır. Mağdur; Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlüğünde, “haksızlığa uğramış kişi” olarak tanımlanmaktadır. Ceza hukukunda ise mağdur kavramı, suçun konusunun ait olduğu kişi ya da kişilerdir. 5237 sayılı Türk Ceza Yasasının hazırlanmasında esas alınan suç teorisinde suçun maddi unsurları arasında yer alan mağdur, ancak bir gerçek kişi olabilecek, tüzel kişilerin suçtan zarar görmeleri olanaklı ise de bunlar mağdur olamayacaklardır. Suçtan zarar gören ile mağdur kavramları da aynı şeyi ifade etmemektedir. Mağdur suçun işlenmesiyle her zaman zarar görmekte ise de, suçtan zarar gören kişi her zaman suçun mağduru olmayabilir. Bazı suçlarda mağdur belirli bir kişi olmayıp; toplumu oluşturan herkes (geniş anlamda mağdur) olabilecektir.(Mehmet Emin Artuk - Ahmet Gökcen - A.Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 3. Bası, Ankara, 2007, s.444; İzzet Özgenç, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 3. Bası, Ankara, 2008, s. 208-211; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 2. Bası, Ankara, 2009, s.146-147; Yaşar Osman -Gökcan Hasan Tahsin –Artuç Mustafa, Türk Ceza Kanunu, 6. cilt, Ankara, 2010, s.7702-7703)
    Resmi belgede sahtecilik suçuyla korunan hukuki yararın kamu güveni olduğu da göz önüne alındığında suçun geniş anlamda mağduru, toplumu oluşturan bireylerdir. Ayrıca belgede sahtecilik suçunun işlenmesiyle haksızlığa uğrayan gerçek ve tüzel kişilerin suçtan zarar görmeleri mümkün olduğundan, gerçek ve tüzel kişilerin yargılamaya katılma hakları vardır. (Sedat Bakıcı- Gürsel Yalvaç, Ceza Hukuku Özel Hükümler, 2. cilt, Ankara, 2008, s.715-717; Yaşar Osman -Gökcan Hasan Tahsin –Artuç Mustafa, Türk Ceza Kanunu, 4. cilt, Ankara, 2010, s. 5620-5621)
    Bu bilgiler ışığında sanık hakkında zincirleme suç hükümlerinin uygulanıp uygulanma¬yacağına ilişkin olarak somut olay değerlendirildiğinde;
    Sanık hâkimin, Bursa 4. Asliye Hukuk Mahkemesinde görülen, 2001/888, 752, 1072, 1073 ve 1053 esas sayılı nüfus düzeltme davalarında C.Savcısını duruşmada hazır gösterip, adına mütalaa yazdırıp ve bu doğrultuda hüküm kurduğu, sanığın olaylardaki davranış biçimi, eylemler arasındaki zaman süreci, suçla korunan hukuki yarar, suçun aynı mağdura karşı işlenmesi birlikte değerlendirildiğinde, sanığın aynı suç işleme kararıyla zincirleme şekilde sahteliği sabit oluncaya kadar geçerli belgede sahtecilik suçunu işlediğinin kabulü gerekmektedir.
    Özel Dairece sanığın sübuta eren eyleminin yasada belirlenen ölçütlere göre lehe yasa değerlendirilmesinin yapıldığı ve ulaşılan sonucun isabetli olduğu anlaşılmaktadır.
    Bu itibarla, Özel Dairece değerlendirilen, Yargıtay Ceza Genel Kurulunca da sübutu, vasfı, kanıt değerlendirmesi, yaptırım tür ve miktarı isabetli görülen hükmün onanmasına karar verilmelidir.
    Çoğunluk görüşüne katılamayan Genel Kurul üyesi A. K... ; “Suç tarihinde Bursa 3. Asliye Hukuk Mahkemesi hâkimi olan sanık, nüfus kaydının düzeltilmesi talebiyle açılan beş davanın duruşmasını, Cumhuriyet savcılarına haber vermeden ve onları katılmış gibi göstererek yapmış, duruşma tutanaklarına Cumhuriyet savcıları adına görüş yazdırarak hüküm kurmuştur.
    Bu davaların duruşması, tarafların huzurunda yapılmıştır. İlk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapan Yargıtay 6. Ceza Dairesi"nin 18.10.2006 tarihli ilk kararında belirtildiği gibi, dosyalardaki belge ve bilgilere göre, Cumhuriyet savcılarının duruşmalara katılması durumunda farklı görüş bildirmeyecekleri ve verilecek hükmün farklı olmayacağı anlaşılmıştır.
    Öte yandan, 14.04.2001 tarihli Resmi Gazete"de yayımlanarak aynı tarihte yürürlüğe giren 6217 sayılı Yargı Hizmetlerinin Hızlandırılması Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun"un 31. maddesiyle 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu"nun 36. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendinin ikinci cümlesinde yer alan ‘Cumhuriyet savcıları ve’ ibaresi yürürlükten kaldırılmıştır. Böylece, 14.04.2011 tarihinden itibaren, nüfus kayıtlarına ilişkin düzeltme davalarına Cumhuriyet savcılarının katılmaması öngörülmüştür.
    Söz konusu davalarda, davaların esasına ya da verilen hükümlere ilişkin bir sahtelik söz konusu değildir. Sanığın sahte resmi evrak düzenleme kastı da bulunmamaktadır. Sanığın fiili suç tarihinde yürürlükte bulunan ve lehine olan 765 sayılı TCK"nın 240. maddesinin 1. fıkrasında düzenlenen  "görevi kötüye kullanma" suçunu oluşturmaktadır.
    İlk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapan Yargıtay 6. Ceza Dairesi"nin, sanığın fiilinin ‘sahte resmi evrak düzenleme’ suçunu oluşturduğuna ilişkin, bozma üzerine verdiği 15.06.2011 tarihli kararının yasaya aykırı olduğu ve bozulması gerektiği kanısını taşıdığımdan,  çoğunluğun hükmün onanması yönündeki görüşüne katılmıyorum” görüşüyle,
    Çoğunluk görüşüne katılmayan bir Genel Kurul üye ise; “Sanığın eylemi görevi kötüye kullanma suçunu oluşturduğu, Özel Daire kararının bozulması gerektiği” görüşüyle karşı oy kullanmışlardır.
    SONUÇ :
     Açıklanan nedenlerle;
    1- Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 15.06.2011 gün ve 1-1 sayılı kararının ONANMASINA,
    2- Dosyanın, Yargıtay 6. Ceza Dairesine gönderilmesi için Yargıtay C.Başsavcılığına TEVDİİNE, 13.03.2012 günü yapılan müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.

     


     

    Hemen Ara