Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2008/167 Esas 2008/237 Karar Sayılı İlamı

Abaküs Yazılım
Ceza Genel Kurulu
Esas No: 2008/167
Karar No: 2008/237

Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2008/167 Esas 2008/237 Karar Sayılı İlamı

Ceza Genel Kurulu         2008/167 E.  ,  2008/237 K.

    "İçtihat Metni"


    Kararı veren
    Yargıtay Dairesi : Ceza Genel Kurulu
    Mahkemesi :Ceza Dairesi
    Günü : 17.04.2008
    Sayısı : 27-8

    Görevde keyfi işlem yapma suçundan sanık ...’ın beraatına ilişkin Yargıtay 4. Ceza Dairesince oyçokluğuyla verilen 17.04.2008 gün ve 27-8 sayılı hüküm Yargıtay Cumhuriyet Savcısı ve katılan tarafından, atılı suçun oluştuğu görüşüyle temyiz edilmekle, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının “bozma” istemli 18.06.2008 gün ve 7 sayılı tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Yargıtay Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
    TÜRK MİLLETİ ADINA
    CEZA GENEL KURULU KARARI
    Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Yapı İşleri Genel Müdürlüğünde Tesisat Daire Başkanı olan katılan Hızır Tarık İmamoğlu’nun 30.11.1999 günlü Bakanlık İşlemi ile görevinden alınarak Afet İşleri Genel Müdürlüğüne mühendis olarak atandığı, atama işleminin idare mahkemesi tara¬fından iptal edilmesiyle eski görevine iade edildiği ve yeniden görevine başladığı, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Müsteşarı olarak görev yapan sanığın iptal kararını biçimsel olarak uygula¬masına karşın daha sonra tesis edilen geçici görevlendirme ve atama işlemiyle yargı kararının gereklerine uygun işlem tesis etmediği, kararın hukuksal sonuçlarını ortadan kaldıran ve katılanı mağdur eden keyfi işlemler tesis ettiği iddiasıyla lehe olan 765 sayılı TCY’nın 228, 80, 35 maddeleri uyarınca cezalandırılması istemiyle Yargıtay C.Başsavcılığınca 04.10.2007 tarihinde kamu davası açılmıştır.
    Yargıtay 4. Ceza Dairesince yapılan yargılama sonunda sanığın oyçokluğuyla beraatına karar verilmiş, bu karar katılan ve Yargıtay Cumhuriyet Savcısı tarafından temyiz edilmiştir.
    Yargıtay Ceza Genel Kurulunca çözümü gereken uyuşmazlık, olay tarihinde Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Müsteşarı olarak görev yapan sanığa atılı eylemin görevde keyfi işlem yapma suçunu oluşturup oluşturmayacağı noktasında toplanmaktadır.
    İncelenen dosya içeriğine göre;
    Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Yapı İşleri Genel Müdürlüğünde Tesisat Daire Başkanı olan katılan Hızır Tarık İmamoğlu’nun 30.11.1999 gün ve 14735 sayılı Bakanlık İşlemi ile Afet İşleri Genel Müdürlüğü emrine mühendis olarak atandığı,
    Katılanın açtığı dava üzerine Ankara 4. İdare Mahkemesinin 30.6.2004 gün ve 1913-1056 sayılı kararı ile bu atama işlemini iptal ettiği,
    Katılanın bu karar üzerine sanığın da uygun görüşü bulunan 06.08.2004 günlü Bakanlık oluru ile görevine iade edildiği ve 10.08.2004 tarihinde görevine başladığı,
    Sanığın imzası bulunan 13.08.2004 tarih ve 18728 sayılı olur yazısı ile katılanın, “Konya 250 yataklı Devlet Hastanesi İnşaatı işinin havalandırma ve klima tesisatı ile medikal gaz tesisatı imalatlarının yerinde incelenmesi, havalandırma ve klima tesisatı işlerinin ödeneğinin belirlenmesi amacıyla projelerde olup da yapılacak imalatlarda ilgili birim fiyat tarifeleri ve özel fiyatların tespit edilmesi, işlerinin gerek mahallinde, gerekse dosyalar üzerinde inceleme yapmak üzere” 16.08.2004 tarihinde geçerli olacak şekilde onaltı gün süre ile geçici olarak Konya İline görevlendirildiği,
    Katılanın 16 günlük yolluk tutarının yatırılması durumunda geçici göreve gideceğine ilişkin dilekçesi üzerine, sanığın imzası bulunan 17.08.2004 tarihli yazı ile 400 milyon TL’ nın avans olarak hesabına yatırıldığı, ancak katılanın 17.08.2004 tarihinde 10 günlük doktor raporu alarak gitmediği, yerine görevlendirilen kişinin ise belirtilen geçici görevi 12 gün içinde tamamlayarak geriye döndüğü,
    Konya İline yapılan geçici görevlendirme işlemine ilişkin katılanın açtığı dava üzerine Ankara 8. İdare Mahkemesinin önce 19.08.2004 tarih ve 2645 sayı ile yürütmenin durdurul¬masına, 16.03.2005 tarih ve 2645-2005 sayı ile de işlemin iptaline karar verdiği,
    Katılana, harcırah almasına karşın geçici göreve gitmediği gerekçesiyle 10.09.2004, Yapı İşleri Genel Müdürlüğü tarafından verilen görevlerin tamamını zamanında yerine getirmediği ve göreve başladıktan sonra herhangi bir evrakı imzalamadığı gerekçesiyle de 20.09.2004 tarihlerinde Genel Müdür Sefer Akkaya imzasıyla kınama cezaları verildiği,
    Katılanın, sanığın imzasının veya parafının bulunmadığı 24.09.2004 günlü Bakan Onayı ile tekrar Yapı İşleri Genel Müdürlüğü Daire Başkanlığı görevinden alınarak Afet İşleri Genel Müdürlüğü emrine mühendis olarak atandığı,
    Bu işlemin de Ankara 10. İdare Mahkemesinin 30.11.2004 gün ve 3094 sayılı kararı ile yürütmesinin durdurulması üzerine katılanın sanığın da imzasını taşıyan 24.01.2005 günlü Bakan onayı ile Yapı İşleri Daire Başkanlığı görevine iade edildiği,
    Ardahan Valiliğinin talebi üzerine, katılanın bu kez 15.02.2005 tarihinde, “devam eden inşaatların tesisatları ile ilgili işlemleri yönlendirmek ve kesin hesap çalışmalarına katılmak” üzere 16.02.2005 tarihinden geçerli olacak şekilde bir ay süre ile geçici olarak görevlendirildiği, ancak görevlendirme yazını katılanın şerh düşerek imzalaması ve işin aciliyeti gerekçe gösterilerek bu görevlendirmenin 16.02.2005 tarihinde iptal edilerek katılanın yerine başka kişilerin görevlendirildiği, her iki işlemde de sanığın imzasının bulunmadığı,
    Yargılama sırasında Yargıtay 4. Ceza Dairesinin yazısı üzerine Bayındırlık ve İskân Bakanlığınca verilen cevaba göre, 2003- 2004 yıllarında sanık Müsteşar ..."ın 153 gün, Müsteşar yardımcısı Mahmut Küçük" ün 183 gün, Genel Müdür Sefer Akkaya" nın 119 gün, Genel Müdür Yardımcısı Nazım Avcı’nın 71 gün, Genel Müdür Yardımcısı Enver Yaylalı"nın 165 gün, Daire Başkanı Harun Önalan"ın 36 gün, Daire Başkanı Yusuf Yıldız"ın 34 gün, Daire Başkanı Atilla Erenler"in 48 gün, Daire Başkanı Kerim Çopur"un 120 gün süreyle yurt içinde çeşitli görevler için görevlendirildikleri,
    Anlaşılmaktadır.
    İddianame kapsamında yer almaması nedeniyle, katılanın akli dengesinin yerinde olup olmadığının tespiti için hastaneye sevkedilmesi hususuna ilişkin konular 5271 sayılı CYY’nın 225. maddesindeki “davasız yargılama olmaz” ilkesi uyarınca inceleme ve değerlendirme kapsamına alınmamıştır.
    Katılan özetle; kendisinin çok haksızlığa uğratıldığını, emekli olmak zorunda kaldığını, geçici görevlendirmenin samimi olmadığını, orada bulunan bir mühendisin de bu görevi yerine getirmesinin mümkün olduğunu, bir daire başkanının görevlendirilmesinin gereksiz olduğunu, kaldı ki bu işlerin onaltı günde bitirilmesinin de mümkün olmadığını, işlemin maksatlı bir şekilde yapıldığını, şikâyetçi olduğunu belirtmekte,
    Sanık ise özetle; kendisinin yalnızca katılanın, Konya İlinde görevlendirme işleminde imzasının olduğunu, diğer işlemlerde paraf veya imzasının bulunmadığını, Konya İlinde görevlendirme işleminin ise katılanın kendi başkanı olduğu dairenin görev alanına giren konuda tamamen hizmet gerekleri ile zorunlu olarak ve geçici şekilde yapıldığını, yakınanın Konya"da yapacağı işlerin ayrıntılı olarak belirlenmiş olduğunu, yakınan 16 gün içerisinde bu işin bitirilmesinin mümkün olmadığını bildirmiş ise de yerine görevlendirilen Yusuf Yıldız"ın işi oniki günde bitirdiğini, şikâyetçinin on gün süre ile rapor alıp Konya İline gitmediğini, bu nedenle görevlendirmenin sonuçsuz kaldığını, yargı kararını etkisiz kılmak gibi bir eylemin söz konusu olmadığını, 81 ilde genel müdür, müsteşar, müsteşar yardımcıları ve daire başkanları olmak üzere tüm görevlilerin geçici olarak gönderildiklerini, bu husustaki görevlendirmenin katılanın görevden uzaklaştırılmasına yönelik bir eylem olmadığını savunmaktadır.
    Anayasanın 138/son maddesinde; “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme ka¬rarlarına uymak zorundadır. Bu organlar ve idare mahkeme kararlarını hiçbir şekilde değiştir¬mez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez”, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Yasasının “Kararların sonuçları” başlıklı 28/1 maddesinde ise; “Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi mahkemelerinin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idare, gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecburdur” hükümleri yer almaktadır.
    Hukuk devleti olmanın doğal bir sonucu olarak yargı kararlarının etkinlik ve bağla¬yıcılığını sağlamayı, keyfiliği önlemeyi, hukukun üstünlüğü kavramının kurumsal alandan yaşamsal alana geçirilmesini ve devletin temeli olan adaletin sağlanmasını amaçlayan bu amir hükümlere aykırı davranışların yaptırımı ise 765 sayılı TCY’nın 228. ve bu hükmün karşılığını oluşturan 5237 sayılı Yasanın 257. maddesinde gösterilmiştir.
    Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 17.09.2002 gün ve 173-307, 03.10.2006 gün ve 196-204 sayılı kararlar¬ında açıklandığı, yargısal kararlar ile öğretide de belirtildiği üzere, aslında görevde yetkiyi kötüye kullanmanın bir çeşidi olan ve 765 sayılı TCY’nın 228/1 maddesinde düzenlenen keyfi işlem suçunda korunan hukuksal değer, kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinde kamu gücünü elinde bulunduran ve kullananlara karşı kişi haklarının korunmasıdır. Bu suçun oluşabilmesi için ceza uygulamasında memur sayılan failin, görevini kötüye kullanmasının doğrudan doğruya bir kişinin hakkını ihlal edici nitelikte “keyfi bir işlem” olması gerekir. Keyfi işlemin mevzuatın gösterdiği haller dışında başkalarının haklarına karşı yapılan her türlü haksız icrai veya ihmali hareket olarak tanımlanması olanaklıdır. Keyfi işlem yapma suçunu genel nitelikteki görevde yetkiyi kötüye kullanma suçundan ayıran ölçüt, “keyfi işlemin” doğrudan doğruya kişilere yönelmesi ve bir kimsenin kişisel hakkına zarar vermesidir. Keyfi işlem niteliğindeki hare¬ketin objektif olarak bir hakkı ihlal etmesi veya zarar tehlikesi yaratması gerekli olup, bireysel bir zarar veya zarar tehlikesine yol açmayan fiiller bu madde kapsamında değil, 765 sayılı TCY’nın 240. maddesi kapsamında değerlendirilmesi olanaklıdır. 5237 sayılı TCY’nda ise keyfi işlem yapma suçu ayrıca düzenlenmemiş olup anılan eylemler 257. maddesinde yaptırıma bağlanan “görevi kötüye kullanma” suçu kapsamında değerlendirilmelidir.
    Öte yandan 2680 sayılı Yasaya dayanılarak çıkarılan Bayındırlık ve İskân Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki 180 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname’nin 6. maddesinde müsteşarın, Bakanın emrinde ve onun yardımcısı olduğu vurgulandıktan sonra, Bakanlık hiz¬metlerini Bakan adına ve Bakanın direktif ve emirleri yönünde, Bakanlığın amaç ve politikalarına kalkınma planlarına ve yıllık programlara, mevzuat hükümlerine uygun olarak düzenleyip yürüteceği ve belirtilen hizmetlerin yürütülmesinden Bakana karşı sorumlu olacağı hükme bağlanmıştır. Anılan KHK’nin 9. maddesinde de Yapı İşleri Genel Müdürlüğünün görevleri;
    “a) Genel bütçeye dahil kuruluşlara ait bina ve tesislerin; ihtiyaç programlarını hazır¬lamak, proje ve keşiflerini yapmak veya yaptırmak, onaylamak veya onaylanmasını sağlamak, inşaatlarını, tadillerini, bakım ve küçük onarımları dışında esaslı büyük onarımlarını yapmak veya yaptırmak,
    b) İl Özel İdarelerinin bina ve tesislerinin program, proje, keşiflerini; yapmak veya yaptırmak, onaylamak veya onaylanmasını sağlamak, talep halinde inşaatlarını yapmak veya yaptırmak,
    c) Katma bütçeli idareler ve belediyelerin yıllık icra programlarına giren ve keşif bedelleri Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca her yıl tespit ve ilan edilecek üst sınırı geçen her türlü binaları ile tesisatının proje ve keşiflerini incelemek, onaylamak veya onaylanmasını sağlamak, kabul heyetlerinde üye bulundurmak,
    d) (a) ve (b) bentlerinde yazılı işlerin yıllık icra programlarına alınabilmesi için; ilgili kuruluşlarca teklif edilecek arsalara ait her türlü etüd, inceleme ve tespitleri yaparak veya yaptırarak bunlardan elverişli olanını seçmek,
    e) Her türlü kuruluş, gerçek ve tüzel kişilerce kamu yararına yaptırılacak bina ve tesislerin, talep edildiği ve Bakanlıkça uygun görüldüğü takdirde, etüd, proje ve keşiflerini yapmak veya yaptırmak, onaylamak veya onaylanmasını sağlamak, inşaatlarını yapmak veya yaptırmak,
    f) Kamu konutları ve afetle ilgili daimi iskana ait genel bütçeye dahil kuruluşlarca yaptırılacak her türlü yapıların ve konutların; etüd, proje ve keşiflerini yapmak veya yaptırmak, onaylamak veya onaylanmasını sağlamak, inşaatını, bakım ve küçük onarımları dışında esaslı büyük onarımlarını yapmak veya yaptırmak, proje standartlarını tesbit etmek, uygulama konu¬sunda gerekli tedbirleri almak, gerçekleşmeyi izlemek, denetlemek, gereğinde teknik yardımlarda bulunmak.
    g) Afetle ilgili daimi iskan yerleşmelerinde imar planlarını ve alt yapı tesisleri planlarını ve bunlara ait etüd, harita, proje ve keşifleri yapmak veya yaptırmak, re"sen onaylamak veya onaylanmasını sağlamak, inşaat işlerini yapmak veya yaptırmak.
    h) Bakım ve küçük onarım işleriyle ilgili esasları hazırlamak,
    ı) Bakanlıkça verilecek benzeri görevleri yapmak. “ şeklinde sayılmıştır.
    Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
    Katılan ile ilgili yapılan tüm işlemlerde sanığın imzası veya parafı bulunmadığından öncelikle hangi işlemlerden sorumlu tutulması gerektiğinin saptanması zorunludur. Müsteşar, görevli olduğu bakanlıkta bakandan sonra en üst düzeyde görevlidir. Ancak bu husus müsteşarın bakanlıktaki bütün işlemlerden sorumlu olduğu anlamını taşımaz. Anayasanın 38/7 ve 5237 sayılı TCY’nın 20/1. maddelerinde ifadesini bulan ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesi uyarınca, müsteşar kural olarak sadece altında imzası veya parafı bulunan işlemlerden sorumlu tutulabilecek diğer işlemlerde ise ancak gerçekleşen sonuçtan ihmali veya icrai davranışlarının bulunması halinde cezai sorumluluğuna gidilebilecektir. Aksinin kabulü müsteşarların görev yaptıkları bakanlıklardaki bütün işlemlerden cezai sorumluluğunun bulunduğu sonucuna yol açar ki böyle bir kabul suç ve cezaların şahsiliği ilkesiyle bağdaşmadığı gibi bunun yasal dayanağı da bulun¬mamaktadır. Bu nedenle sanığın yalnızca katılanın Konya İline geçici görevlendirilmesi işle¬minden sorumlu tutularak hukuki durumunun belirlenmesi gerekir.
    Katılanın, Konya İline yapacağı işin kapsamı ve süresi açıkça belirlenmek suretiyle geçici olarak görevlendirilmesi, gitmek için peşin olarak talep ettiği yolluğun hesabına yatırılması, görevlendirme ile unvanında herhangi bir değişikliğin meydana gelmemiş olması, katılanın rapor alarak gitmemesi üzerine yerine görevlendirilen Yusuf Yıldız’ın aynı işi 12 günde tamamlayarak dönmesi, 2003–2004 yıllarında sanık müsteşarın 153 gün, Bayındırlık ve İskân Bakanlığında görevli diğer bürokratların da 183 günü bulan çeşitli sürelerde yurt içinde görevlendirilmiş bulunması, katılana verilen görevin 180 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 9. maddesinde sayılan Yapı İşleri Genel Müdürlüğü’nün görevleri arasında olması göz önüne alındığında yapılan işlemlerde herhangi bir hukuka aykırılık bulunmadığından Özel Dairece görevde keyfi işlem suçundan verilen beraat kararı isabetlidir.
    Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Savcısı ve katılanın temyiz itirazlarının reddiyle Özel Dairenin beraat hükmünün onanmasına karar verilmelidir.
    .....................................................................................
    Çoğunluk görüşüne katılmayan Kurul Üyesi İ.Şahbaz; “Mahkeme kararlarının gereğinin yapılması konusunda Anayasa ve yasalarda düzenlemeler mevcuttur. Anayasamızda mahkeme kararlarının bağlayıcılığına yer verildiği gibi, idari yargılama yasasında da benzeri düzenleme yer almıştır. Ayrıca ceza yasasında da, mahkeme kararına uyulmamasının yaptırımı vardır. Anayasa ve yasalar mahkeme kararlarına uyulmasını hukuk devleti ilkesinin gereği olarak düzenlemişler, bu kararlar doğrultusunda işlem yapılmasına istisna getirmemişlerdir. Aksi düşünce, bu konuda takdirilik sisteminin kabulü anlamına gelir ki, mevzuatımız böyle bir yoruma elverişli değildir.
    Konunun Anayasa ve yasa düzenlemeleri çerçevesinde ele alınıp, somut olayın bu düzenlemeler karşısında nasıl değerlendirilmesi gerektiği konusundaki görüşümü aşağıda sunuyorum.
    I-ANAYASADAKİ DÜZENLEMELER
    A- Hukuk Devleti ve Yargı ile ilgili Düzenlemeler
    Anayasamız hukuk devleti ilkesi bakımından kimi düzenlemeler getirmiştir. Bunların başında, ‘Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıka¬mayacağı’(Başlangıç/3) düzenlemesi gelmektedir. Bu düzenleme, millet adına doğrudan veya dolaylı olarak yetki kullananların Anayasada belirtildiği gibi, hukuk düzeni doğrultusunda işlem yapmalarının zorunluluğuna işaret etmektedir.
    Hukuk devleti ilkesinin pratiğe aktarılması bakımından kuvvetler ayrılığını benimseyen Anayasa koyucu, ‘Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu’na işaret etmektedir(Başlangıç/4).
    Kuşkusuz bu düzenlemelerin ilk muhatabı kamusal yetki kullananlardır.
    Anayasa koyucu bununla yetinmeyip, insan hakları ve hukuk devleti bakımından da kimi düzenlemeler getirmiş ve bunlarla ilgili olarak Anayasayı değiştiren organ olan tali kurucu organı belirlemiştir.
    Bu düzenlemeler arasında, konumuzla ilgili olarak Türkiye Devleti"nin bir ‘Cumhuriyet’ olduğu (m.1) ve bu Cumhuriyet"in nitelikleri arasında, ‘insan haklarına saygılı’, ‘başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan’, ‘bir hukuk Devleti’(m.2) olması, tali kurucu organın dahi Devletin Anayasada nitelikleri belirtilen biçimini değiştiremeyeceği ve bu konuda teklifte bulunamayacağı yer almaktadır (m.4).
    Tali kurucu organ olan parlamentoya hitaben bu düzenlemeleri getiren Anayasa koyucu, gerek yasama ve gerekse yargı işlemlerine uyulması zorunluluğu bakımından da tüm ilgililere hitaben düzenlemeler getirmiştir.
    Buna göre, nasıl ki yasama yetkisi ‘Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi’ tarafından kullanılıyor (m.7) ve herkesin yasalara uyması zorunludur; aynı şekilde Yargı yetkisi de ‘Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce’ kullanılıyor (m.9) ve mahkeme kararları da herkesi bağlamaktadır(m.138/son ve 153/son).
    Anayasadaki bu düzenlemeler herkese hitap etmekle beraber, mahkeme kararlarının muhatapları için gereğini yapma görevi vermektedir. Daha çok Mahkeme kararlarının muhatabı olmayanlar bakımından aranacak olan bu kararlardan haberdar olunup olunmadığı şeklindeki araştırma zorunluluğu, bu kararların muhatabı olan kamu görevlileri için de gerekmekle beraber, kamu görevlilerinin kendi yaptıkları işlemler bakımından ve o işlemin mahkemelerce iptali üzerine bu karar doğrultusunda işlem yapılması yönünde yeni bir işlem yapmaları zorunludur.
    Anayasa, yargı kararlarının bağlayıcılığını açık biçimde düzenlerken, bunların gerek¬lerinin yerine getirilmesini hiçbir zaman özel kişilere bırakmayıp, devlet görevlileri aracılığıyla yapılacağını da öngörmüştür. Özel kişilerin mahkeme kararlarına uymaları da zorunlu olmakla beraber, bunların mahkeme kararlarına uymamaları durumunda mahkeme kararlarının gereğini yapmak/yaptırmak ilgili kamu görevlilerinin görevleri arasındadır. Bu nedenle devlet memur¬larında kimi özellikler aranmıştır. Anayasadaki düzenlemeye göre, ‘Memurlar ve diğer kamu görevlileri Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdürler’( 1982, m. 129/1).
    Kamu görevlisinin Anayasa ve Yasalara bağlılığı, diğer vatandaşlardan daha farklı olarak düzenlenmiştir. Bu düzenleme gösteriyor ki, Anayasa ve yasalara önce kamu görevlileri uyacaklar. Eğer bu böyle olmazsa, vatandaşların Anayasa ve Yasalara saygılı davranıp davran¬madıklarının denetimi olamaz. Kamu görevlileri önce kendileri mevzuata uyacaklar ki, vatan¬daşların da bunlara uygun davranmaları sağlanabilsin.
    Anayasa koyucu, mahkeme kararlarının bağlayıcılığını, ‘Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez’(1982, m.138/son); ‘Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar’(1982, m.153/son) şeklinde belirtmiştir. Bu düzenlemelerde idare makamlarına özel vurguda bulunulmuştur.
    B- Kamu Hizmetlerinin Yürütülmesi ile ilgili Düzenlemeler
    Kamu hizmetlerinin nasıl yerine getirileceği konusunu da düzenleyen Anayasa koyucu, ‘Devletin, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür’ (1982, m.128/l); ‘Memurların ve diğer kamu görev¬lilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir’(1982, m.128/2); ‘Üst kademe yöneticilerinin yetiş¬tirilme usul ve esasları, kanunla özel olarak düzenlenir’ (1982, m.128/3) demek suretiyle, kamu görevine verdiği önemi ortaya koymuştur. Dolayısıyla Anayasayla vatandaşların Anayasa ve yasalarla tanınmış haklarının korunması bakımından işlemlere karşı yargı yolu tanınmasıyla yetinilmeyip, yargı kararlarının gereğinin yapılması bakımından da devlet işlerinin yapıl¬masında vatandaşa güvence getirilmiştir.
    Anayasa koyucu, kamu görevlilerinin yaptıkları işlerde, ‘Devlet organları ve idare ma¬kamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorun¬dadırlar’ (1982, m.10/son) demek suretiyle objektifliği elden bırakmamaları gerektiğine işaret etmiştir.
    Anayasa koyucu, temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemeler bakımından, sınırlama yetkisini sadece yasama organına vermekle kalmayıp, güvencelerini de belirtmiştir. (1982, m.13). Anayasadaki düzenlemede, yasama organı için dahi insan hak ve özgürlüklerin sınırlanmasında uyması gereken ilkeleri belirtilirken, Anayasanın, Anayasa ve yasalardaki temel hak ve özgürlükleri korumakla yetkili olan, mahkeme kararlarının muhatabı olan kamu görev¬lileri için bunların gereğini yapmamak veya gereğini yapar gibi gözüküp ortadan kaldıracak şekilde işlem yapmalarına olur verdiği düşünülemez.
    Mahkeme kararının özellikle hitap ettiği kamu görevlilerinin bu kararlar doğrultusunda hareket etme ve bu kararları etkisiz kılmama yükümlülükleri, temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasına yasak getiren Anayasanın 14 ncü maddesinde düzenlenmiştir. Anayasanın 14 ncü maddesindeki düzenleme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 17 nci maddesindeki düzen¬lemede olduğu gibi, sadece temel hak ve özgürlüklerden yararlanan kimselere değil, yetkilerin kullanımı bakımından devlete ve dolayısıyla kamu görevlilerine de hitap etmektedir.
    Hukuk devleti ilkesinin gereği olarak, ‘idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır’(1982, m.125/l). Anayasa koyucu, Anayasa ile tanınmış hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkesin, yetkili makama geciktirilmeden başvurma olanağının sağlanmasını isteme hakkına da sahip olduğunu (1982, m.40/1) belirtmektedir. Bu düzenleme hak arama özgürlüğüne verilen önemi ortaya koymaktadır.
    Anayasa koyucu, Devletin işlemlerinde ilgili kişilerin hangi yasa yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorunda( 1982, m. 40/2) olduğuna işaret ederken, hak arama bakımından yol gösterdiği kimsenin mahkemeden aldığı kararın gereğinin yapılmasına kulak tıkamayı öngördüğü düşünülemez.
    Anayasa koyucu, kamu görevlilerinin yapacakları işlemler nedeniyle uğranılacak zararlar bakımından da özel düzenlemeler getirmiştir. Bu düzenlemelere göre, ‘kişinin, resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır’ (1982, m. 40/son); ‘idare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür’ (1982, m.125/son); ‘memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir’ (1982, m.129/5).
    Özellikle kamu hizmetinde çalışanların mevzuata aykırı emirlerle karşılaştıklarını öngören Anayasa koyucu, hem hukuk devleti ilkesinin gereğinin yapılması ve hem de vatandaş hak ve özgürlüklerinin korunması bakımından da düzenlemeler getirmiştir.
    Buna göre, ‘kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimse, üstünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görürse, yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir. Ancak, üstü emrinde ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emir yerine getirilir; bu halde, emri yerine getiren sorumlu olmaz’ (1982, m.13 7/1); ‘konusu suç teşkil eden emir, hiçbir suretle yerine getirilmez; yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz’ (1982, m.137/2).
    Genellikle idarede, amirden aldığı emre göre hareket ettiğini söyleyerek mevzuata aykırı davrandığını söyleyen şüpheli/sanıkların sorumluluktan kurtulmalarına engel olunması amacıyla getirilen bu düzenlemelerin, bir idari birimin amiri konumundaki kimselerin bizzat gereğini yapmaları ve takip etmeleri gereken yargı kararına aykırı davranmaları mümkün değildir. İdari birim amirinin yargı kararının gereğini yapması veya yaptırması gerekirken, tam tersine, yapılan işlemlerden haberinin olmadığı savunmasıyla, her an beraber çalıştığı ve bilgi alması gereken en yakın çalışma arkadaşları hakkında yapılan işlemlerden haberdar olmadığını söylemesi, açık ve herkesçe anlaşılabilecek bir hususun ispatının istenmesi demektir ki, hukuken bunun savunulması mümkün değildir. İdari birim amirinin, mahkeme kararı doğrultusunda işlem yapılmasını sağlamak görevi varken, tam tersine, mahkeme kararına rağmen yeni yeni ve defalarca mahkemeden alınan kararlara karşın, birinde bizzat kendisinin imzası bulunmak kaydıyla, idare mahkemesinin kararını kimi zaman gereğini yapıp iki gün sonra yeni bir işlem yapmak, arkasından alınan mahkeme kararına karşın gereğini yapmamak bir yana, mahkeme kararının gereğinin yapılmasını takip etmeyip idare mahkemesi kararlarını doğrudan ve dolaylı yoldan etkisiz kılmaktır.
    Oysa Anayasa koyucu, temel hak ve özgürlüklerin korunmasını temin için, anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü başlığı altında, ‘Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır’ (1982, m. 11/1) demek suretiyle, tanıdığı hak ve özgürlükleri korumakla görevli yargı kararlarının etkisiz kılınamayacağına işaret etmiştir. Yasa koyucu da ceza yasasında bu konuya ilişkin düzen¬lemeler getirmiştir. Ceza yasasıyla getirilen düzenlemeler, mahkeme kararına uygun davranıl¬maması halinde, bu karara uymayanların mutlaka yaptırımla karşılaşmalarının sağlanması ve hukuk devleti ilkesine uygun davranılmasının teminini amaçlamaktadır.
    Anayasa koyucu, anayasal düzenin korunması amacıyla devlet görevlileri için özel olarak yeminle ilgili düzenlemeler getirmiştir (Anayasa, m.81, 103). Bu yeminlerde, insan hakları ve hukuk devleti ilkesine bağlılığa yer verilmiştir. Bu düzenlemeler, hukuk devleti ilkesine uygun davranılması bakımından temel yasa ile ilgililere direktif vermektedir. Anayasada, bir başka deyişle devlet görevlilerinin anayasal ilkelere bağlılıkları bakımından, mahkeme kararlarının dışında görevlilere vicdani sorumluluk da yüklenmiştir.
    Anayasadaki düzenlemelerin kâğıt üzerinde kalmamasını/bırakılmamasını sağlamak amacıyla mahkemeler güvence olarak düşünülmüş ve buralardan alınacak kararlara harfiyen uyulması öngörülmüştür. Kamu görevlilerinin yeminleri ile anayasa ve yasalara bağlılıklarının aranması, vatandaşlara adil işlem yapmaları içindir. Hukuksal olmayan işlemlere girişilmemesi ve girişilmiş ise cezai ve hukuki yaptırımının olmaması veya fiilen bu yaptırımların etkisiz kalması, hukukumuz bakımından getirdiğimiz güvence sistemlerinin işlemez kalmasını getirir ki, bunun uluslar arası mahkemelerde devletin sorumluluğunu gerektireceğinde kuşku bulun¬mamaktadır.
    II- YASALARDAKİ DÜZENLEMELER
    A- İdari Yargılama Yasasındaki Düzenlemeler
    2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Yasası"nın (2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Yasası, R.G.: 20.01.1982, Sayı: 17580) 27 nci maddesindeki düzenlemede idari işlemlerin aleyhine sonuç doğurabileceği kimseler yönünden işin aciliyeti gözetilerek yürütmeyi durdurma kararı verilebileceğine işaret edilmiştir. Buna göre, ‘Danıştay veya idari mahkemeler, idari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkânsız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe göstererek yürüt¬menin durdurulmasına karar verebilirler’(m.27/2).
    İdari işlemlerdeki olası hukuka aykırılıklar dikkate alınarak, sadece yürütmeyi durdurma kararı alınmasıyla yetinilmeyip, yasama organı, bu tür işlemler bakımından verilecek kararlarda sürelerin de kısaltılmasını öngörmüştür. Buna göre, mahkemece, ‘Yürütmenin durdurulması istemli• davalarda 16 ncı maddede yazılı süreler kısa1tılabileceği gibi, tebliğin memur eliyle yapılmasına da karar verilebilir’(m.27/4)(2577 sayılı Yasa"nın ‘Tebligat ve cevap verme’ başlıklı 16 ncı maddesindeki düzenleme şöyledir:
    ‘1. Dava dilekçelerinin ve eklerinin birer örneği davalıya, davalının vereceği savunma davacıya tebliğ olunur.
    2. Davacının ikinci dilekçesi davalıya, davalının vereceği ikinci savunma da davacıya tebliğ edilir. Buna karşı davacı cevap veremez. Ancak, davalının ikinci savunmasında, davacının cevaplandırmasını gerektiren hususlar bulunduğu, davanın görülmesi sırasında anlaşılırsa, davacıya cevap vermesi için bir süre verilir.
    3. Taraflar, yapılacak tebliğlere karşı, tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde cevap verebilirler. Bu süre, ancak haklı sebeplerin bulunması halinde, taraflardan birinin isteği üzerine görevli mahkeme kararı ile otuz günü geçmemek ve bir defaya mahsus olmak üzere uzatılabilir. Sürenin geçmesinden sonra yapılan uzatma talepleri kabul edilmez.
    4. Taraflar, sürenin geçmesinden sonra verecekleri savunmalara veya ikinci dilekçelere dayanarak hak iddia edemezler.
    5. Davalara ilişkin işlem dosyalarının aslı veya onaylı örneği idarenin savunması ile birlikte, Danıştay veya ilgili mahkeme başkanlığına gönderilir’.)
    Yürütmeyi durdurma kararlarına karşı başvuru yolunu da düzenleyen yasa, bu kararlara karşı başvurularla aksine bir karar alınmadıkça bunların gereğinin yapılacağını ve bu kararların idare veya bir başka organ tarafından tartışmasız uygulanacağını amirdir. (2577 sayılı Yasa"nın 27 nci maddesindeki düzenlemeye göre, ‘Yürütmenin durdurulması istemleri hakkında verilen kararlar; Danıştay dava dairelerince verilmişse konusuna göre İdari veya Vergi Dava Daireleri Kurullarına, bölge idare mahkemesi kararlarına karşı en yakın bölge idare mahkemesine, idare ve vergi mahkemeleri ile tek hâkim tarafından verilen kararlara karşı bölge idare mahkemesine, çalışmaya ara verme süresi içinde ise idare ve vergi mahkemeleri tarafından verilen kararlara en yakın nöbetçi mahkemeye veya kararı veren hâkimin katılmadığı nöbetçi mahkemeye, kararın tebliğini izleyen günden itibaren yedi gün içinde bir defaya mahsus olmak üzere itiraz edilebilir. İtiraz edilen merciler, dosyanın kendisine gelişinden itibaren yedi gün içinde karar vermek zorundadır. İtiraz üzerine verilen kararlar kesindir.’ m.27/6).
    Yasa koyucu hukuka aykırılığın yürütmeyi durdurma kararı ile ortaya konması halinde, ‘Yürütmenin durdurulması kararı verilen dava dosyaları öncelikle incelenir ve karara bağlanır’(m.27/7) demek suretiyle, sadece idare mahkemesinin kararına uyması gerekenlere değil, hukuka aykırı işlemler önüne getirildiğinde karar mahkemesine de direktif vererek bu tür işlerin acele işler olduğuna da işaret etmiştir.
    Yasa koyucu idare mahkemesi kararları arasında ayrım yapmaksızın, ‘Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi mahkemelerinin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idare, gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecburdur’ dedikten sonra, idarenin hangi süre içerisinde işlem tesis etmesi gerektiğine de işaret ederek, ‘bu süre hiçbir şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemez’(m.28/1) demiştir.
    Bu düzenleme gösteriyor ki, idarenin mahkeme kararı konusunda hiçbir takdir yetkisi olamaz. Bu aynı zamanda idarenin mahkeme kararını şeklen uygulayıp o"nu çeşitli biçimlerde etkisiz kılabilecek işleme girişme yetkisi de vermez. İdare, mahkeme kararına uymakla beraber, mahkemeden karar almış olan kimsenin mevzuata aykırı davranması halinde, o kimse hakkında halinde yeni bir işlem yapabilir. Ancak bu hiçbir zaman, memurun mahkemeden aldığı karar nedeniyle o"na karşı hukuka aykırı işlem yapılmasına olur vermez.
    Yasa koyucu, ‘Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi mahkemeleri karar¬larına göre işlem tesis edilmeyen veya eylemde bulunulmayan hallerde idare aleyhine Danıştay ve ilgili idari mahkemede maddi ve manevi tazminat davası açılabilir’(m.28/2) demek suretiyle, idare mahkemesi kararlarının uygulanmasından kaçınılamayacağına işaret etmektedir. Aksi takdirde hukuk devleti ve yargı güvencesinden söz edilemezdi. Ancak bu düzenleme, mahkeme kararına uyulmayınca idare aleyhine tazminat davası açılmasıyla yetinileceği anlamına da gelmez. Bir başka deyişle idare için mahkeme kararına uyulmayıp, tazminatla kurtulmak gibi bir seçenek yoktur.
    Yasa koyucu, mahkeme kararı doğrultusunda işlem yapılmamasını, sadece ilgili idari birim aleyhine tazminat davası açılmasıyla da yeterli görmemiştir. Yasadaki düzenlemeye göre, ‘Mahkeme kararlarının (otuz) gün içinde kamu görevlilerince kasten yerine getirilmemesi halinde ilgili, idare aleyhine dava açabileceği gibi, kararı yerine getirmeyen kamu görevlisi aleyhine de tazminat davası açılabilir’(m.28/4).
    Yasa koyucu gerek idare ve gerekse hukuka aykırı işlem yapan memur aleyhine tazminat davası açılabileceği hususu ile de yetinmeyip, konuyla ilgili olarak ceza yasasında da yaptırım getirmiştir.
    B- Türk Ceza Yasasındaki Düzenlemeler
    Suç tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı Türk Ceza Yasası"nın 228 nci maddesindeki düzenlemeye göre,
    ‘Devlet memurlarından her kim bir şahıs veya memur hakkında memuriyetine ait vazifeyi suiistimal ile kanun ve nizamın tayin ettiği ahvalden başka suretle keyfi bir muamele yapar veya yapılmasını emreder veya ettirirse altı aydan üç seneye kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu muamelede hususi maksat veya siyasi saik veya sebep mevcut ise cezası üçte birden yarıya kadar artırılır.
    Memuriyetinin icrasında lüzumsuz yere sert muamelelerle bir şahsın kanun hükmüne veya hükümetin emirlerine itaat etmemesine sebep olan memur dahi aynı ceza ile cezalandırılır’.
    III-SOMUT OLAY
    Katılan, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Yapı İşleri Genel Müdürlüğünde Daire Başkanıdır. Ancak 30.11.1999 gün ve 14735 sayılı Bakanlık işlemi ile mühendis olarak Afet İşleri Genel Müdürlüğü emrine atanır.
    Başvurusu üzerine Ankara 4. İdare Mahkemesinin 30.6.2004 gün ve 2004/1913-1056 sayılı kararı ile katılan aleyhine sonuç doğuran idari işlemin iptaline karar verilir.
    Bu karar üzerine, sanığın Bakanlık Müsteşarı olması nedeniyle, uygun görüşü ile Bakanlık Makamına arz ettiği 6.8.2004 gün ve 18156 sayılı olur ile katılan eski görevine iade edilir. Fakat katılan 10.8.2004 günü bu göreve başladığı halde, 2 gün sonra, 12.8.2004 günlü Yapı İşleri Genel Müdürünün teklifi ve sanığın 13.8.2004 günlü imzası ile geçici olarak, 16 günlük süre için Konya"ya gönderilmesine karar verilir. Ancak katılan 17.8.2004 gününden itibaren 10 günlük rapor alır ve bu arada katılanın yerine 18.8.2004 günlü yazı ile bir başkası vekâleten atanır. Yani burada amacın mahkeme kararı ile katılanın görevine dönmesinin sağlanması ya da mahkeme kararının gereğinin yapılması olmayıp, mahkeme kararı ile görevine döndürülen katılanın yerine bir başkasının, adı vekâleten de olsa atanmasının sağlanması olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, mahkeme kararı ile görevine yeniden başlatılan kimsenin iki gün sonra başka yere adı geçici de olsa görevlendirilip, yerine de başkasının atanmasının sağlanması mahkeme kararının doğrudan etkisiz kılınmasıdır.
    Katılan bu son işleme karşı da dava açar ve Ankara 8.İdare Mahkemesince 19.8.2004 gün ve 2004/2645 sayılı dosyası üzerinden, ‘yargı kararını dolaylı olarak etkisiz hale getirme amacı taşıdığı’ gerekçesiyle Konya" da geçici olarak görevlendirme işlemi hakkında Yürütmeyi Durdurma kararı verilir.
    Bu arada katılana, geçici görevlendirme işlemine aykırı olarak yolluğu verildiği halde göreve gitmemekten 1.9.2004 ve 20.9.2004 tarihlerinde iki ayrı kınama cezası verilir.
    İdare Mahkemesi kararının gereği yerine getirilerek göreve başlatılan katılan, idarenin 23.9.2004 günlü kararıyla yeniden Daire Başkanlığı görevinden alınır, mühendislik görevine verilir ve yine bir gün sonra(24.9.2004) yerine bir başkası atanır.
    Katılan bu işleme karşı da mahkemeye başvurur ve Ankara l0.İdare Mahkemesi 30.11.2004 tarihinde Yürütmeyi Durdurma ve 9.3.2005 tarihinde de idari işlemin iptaline karar verir.
    Mahkeme kararından sonra katılan yine Bakan oluru ile Daire Başkanlığı görevine iade edilir. Ancak bu arada 23.11.2004 günlü karar ile katılana bir kınama cezası daha verilir. Peşinden bir aylık süre için geçici görevle Ardahan"da görevlendirilir (15.2.2005); fakat idare tarafından bu geçici görevlendirme işleminden bir gün sonra vazgeçilir(l6.2.2005).
    Tüm bu işlemler sürerken, katılan hastaneye sevk edilerek akli yönden rapor istenir; verilen raporda katılanın sağlıksız olmadığı belirtilir. 15 Nisan 2005 günlü ve 8632 sayılı bilgi edinme yazısında katılanın Hastaneye sevk yazısında Bakan adına sanığın imzasının olduğu anlaşılmaktadır.
    Yine katılanın çalıştığı büronun kapısı kilitlenir ve çalışması engellenir; buna ilişkin tutanak tutulur (10.5.2005). Yani mahkeme kararı ile görevine dönen katılanın çalıştığı resmi büronun kapısı kilitlenerek görev yapması engellenir. Bu işlemin kim ya da kimler tarafından gerçekleştirildiğine ilişkin dosyada açık bir bilgiye rastlanılamamıştır. Ancak resmi daire de bir amirin, mahkeme kararıyla görevine iade edilmesine karşın makam odasının kapısı kilitlenmiştir.
    IV- DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
    Çok özetle, katılan hakkında görevden alma ve peşinden idare mahkemesinden alınan yürütmeyi durdurma ve idari işlemin iptaline ilişkin kararlara rağmen, bir kısmında sanığın imzası olmak üzere, katılan göreve mahkeme kararıyla iade edildiği halde, görevine başlatılır ve birkaç gün sonra ya farklı bir görev ya da geçici olarak Ankara dışında görevlendirme işlemleri yapılır ve yerine bir başkası vekâleten getirilir. Bu kısır döngü katılanın en sonunda emekli olmasına kadar devam ettirilir.
    Sanığın bu işlemlerden baştan sona haberdar olduğunda kuşku bulunmamaktadır. Sanığın bu haberdarlığı görevden alma ve başlatmaların bir kısmında açıkça; katılanın hastaneye sevki işleminde olduğu gibi, imzasından anlaşıldığı üzere, doğrudan olmuştur.
    Sanık, Bakanlığın, Bakandan sonra en üst bürokratıdır. İdari işlemlerde usulde paralellik ilkesi gereğince, göreve kendi imzasının da dâhil olduğu Bakan oluru ile getirilen kamu görevlisinin aynı yöntemle görevine son verilmesi veya başka bir göreve atanması kadar doğal bir işlem olamayacağı gibi, yıllarca devam eden ve Bakanlığın dava edildiği bir olayda, katılanın görevi de dikkate alındığında, sanığın kendisine yakın çalışan bir görevli hakkında ne gibi bir işlem yapıldığını bilmemesi de mümkün değildir.
    Kaldı ki, Bayındırlık ve İskan Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Karamame"nin (Bayındırlık ve İskan Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, R.G.:14.12.1983, Sayı:18251 Mükerrer) Müsteşar başlıklı 6 ncı maddesindeki düzenlemeye göre, ‘Müsteşar, Bakanın emrinde ve onun yardımcısı olup, Bakanlık hizmetlerini Bakan adına ve Bakanın direktif ve emirleri yönünde, Bakanlığın amaç ve politikalarına kalkınma planlarına ve yıllık programlara, mevzuat hükümlerine uygun olarak düzenler ve yürütür. Bu amaçla Bakanlık Teftiş Kurulu hariç Bakanlığın bütün kuruluşlarına gereken emirleri verir ve bunların uygulanmasını takip ve temin eder.
    Müsteşar, yukarıda belirtilen hizmetlerin yürütülmesinden Bakana karşı sorumludur’ düzenlemesi yer almaktadır.
    Bu düzenleme, Müsteşarın bilgisi dışında Bakanlıkta hiçbir işlemin yapılamayacağını göstermektedir. İdari işlemlerde usulde paralellik ilkesi gereğince, bir idari işlem hangi yön¬temle yapılmış ise, yine aynı yöntemle geri alınır. İdare mahkemesi kararıyla katılanın görevine iade işleminde sanığın imzası ve Bakan oluru yer almakta olup, Konya"ya geçici görevlendirme işleminde de sanığın imzasının olması bunu göstermektedir.
    Müsteşarlık yetki ve görevinde olması nedeniyle sanığın bu kadar uzun süren işlemlerden haberdar olmaması mümkün olmadığı gibi, akli melekelerle ilgili rapor alınması aşamasında sanığın imzasının olması da (15 Nisan 2005 gün ve 8632 sayılı Bakan adına sanığın imzasını içeren yazı) da suç işleme kastını ortaya koymaktadır.
    Mahkeme kararları uygulanmak için verilirler. Mahkemelerin uygulanmayacak kararlar vermeleri düşünülemez. Bu nedenledir ki, yukarıda belirttiğimiz gibi, Anayasa ve yasada mahkeme kararlarına uygun davranılmasına yer verilmiştir. Anayasayla tanınan hakların korunması hukuk devleti ilkesinin gereğidir. Mahkeme kararları hak arama özgürlüğünün en büyük güvencesidir. Uygulanmayacak mahkeme kararının alınmasına gerek olmadığı açıktır. Mahkeme kararlarına uyulması zorunluluğu sadece ülkemizde değil, tüm çağdaş demokratik hukuk devletlerinde mevcuttur. Tarafı olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi"nin 46 ncı maddesindeki düzenlemeye göre, üye ülkeler Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi(AİHM) karar¬larına uymayı taahhüt etmişlerdir. Nitekim taraf ülkelerin iç hukuklarında AİHM kararlarının iç hukukta gereğinin yapılması amacıyla çeşitli düzenlemeler getirdikleri anlaşılmaktadır. Ülkemiz de Anayasanın 90 ncı maddesindeki düzenleme gereğince Sözleşmelerin temel haklar bakı¬mından yasalara üstün olduğu benimsenmiştir. Ayrıca adli, idari ve askeri yargı düzenimizde AİHM kararları yargılamanın yenilenmesi sebebi olarak kabul edilmiştir. (AİHM kararları iç hukukumuzda yeniden yargılama sebebi kabul edilmiştir. Bkz. 1086, m.445 vd.; 2577, m.53 vd.; 353, m.228 ; 5271, m.311 vd.)
    AİHM bir kararında (AİHM, Parris/Kıbrıs, 56354/00, 4 Temmuz 2002 günlü karar), esasen iç hukuktaki işlemlerin Sözleşme ve eki protokollere uygunluğunu denetlemekle görevli olmasına karşın, iç hukuklardaki düzenlemelerin de kendileri bakımından önemli olduğunu belirtirken, AİHM ‘yerel hukukun ihlal edilen hükmünün niteliği ve kapsamını göz ardı edemez’ demiştir. Bu karar, iç hukuktaki düzenlemelere uygun davranılmasına işaret etmektedir. İç hukukumuzda mahkeme kararlarına uyulacağını kabul ettiğimiz halde, bu kararların etkisiz kılınmasını sağlayan mekanizmanın olmaması Sözleşme mahkemesi tarafından ihlal olarak kabul edilmektedir.
    Olayımızda ilk derece mahkemesi çoğunluğunun kararında dile getirilen, ‘Ankara 8.İdare Mahkemesi tarafından yürütmenin durdurulması kararının verilmesi üzerine aynı yere tekrar geçici olarak yeni bir görevlendirme yapılmamıştır. İdare mahkemesi konuya idare hukuku ve Dairemiz ise ceza hukuku açısından baktığından, geçici görevlendirmenin yargı kararını etkilemek amacıyla yapıldığı yolundaki anılan mahkemenin değerlendirmesine katılınmamıştır’ gerekçesine iştirak etmek mümkün değildir. Çünkü sanığın eylemi, idare mahke¬mesinin kararlarının gereğini yapmamaktır. İdare mahkemesinin kararının doğru veya yanlış olduğunu takdir ancak, yukarıda aktardığım gibi, idari yargı düzeni içerisinde var olan yasa yolları ile belirlenebilir. Kuşkusuz idari yargı ile adli yargının görev alanları farklıdır; ancak buradaki husus, idari yargı tarafından verilmiş karara uyulmaması üzerine yeniden verilen idari yargı kararının gerekçesinde idarenin katılan hakkında mahkeme kararı doğrultusunda işlem yapmaması (geçici görevlendirme) suretiyle idare mahkemesi kararını etkisiz kılmanın yer almasıdır. Bu itibarla, hakkında yargılama devam eden sanığın eyleminin mahkeme kararına uymamak olması nedeniyle, ceza mahkemeleri idare mahkemesinin kararının gerekçesinden hareketle, bu kararların geçerliliğinin tartışılması sonucunu doğuracak biçimde gerekçe oluştu¬ramazlar. Ceza mahkemeleri, sanığın suçu işlemiş olup olmadığı noktasında gerekçelendirme yapmak durumundadırlar. Aksi takdirde idare mahkemelerinin verdikleri kararların içeriklerinin tartışmaya açılması söz konusu olur ki, bu durumda da anayasa ve ilgili idari yargılama yasasındaki amir hükümlerle çelişilir.
    Bir başka deyişle, adli yargıda açılmış bir davada kuşkusuz adli yargı organının bağımsız değerlendirmesi söz konusudur. Ancak idari yargı kararının yerindeliğinin değer¬lendirilmesi mümkün değildir. Aksinin kabulü, adli yargıcın verdiği bir yakalama(5271, m.94 vd.) veya tutuklama (5271, m.l00 vd.) kararının, adli yargı yasa yolu kullanımı sırasındaki değerlendirme dışında, bir başka organ tarafından verilecek kararla yerindeliğinin tartışılması anlamına gelir. Oysa böyle bir uygulamanın kabul edilmesi mümkün değildir.
    Bu itibarla, ilk derece mahkemesinin kararının onanması ve dolayısıyla bu noktadaki gerekçesinin de doğru olduğu yönündeki Yüksek Genel Kurul çoğunluğunun görüşüne katılmak mümkün değildir.
    Diğer yandan kamu görevlisi olarak çalışan katılanın, hakkında yapılan idari işleme karşı hak arama özgürlüğünü kullanmasına karşın (Anayasa, m.36), hakkında verilen mahkeme kararına uyulmamıştır. Ancak, 4483 sayılı yasanın getirdiği soruşturma yönteminin güven¬cesizliği de dikkate alındığında, sonuçta, sanığın beraati ile mahkeme kararına uyulmaması nedeniyle hiçbir kimse sorumlu tutulmamış olacaktır. Böyle bir durumda, eğer müsteşar olan sanığın sorumluluğu yoksa (ki bence var), idari birimdeki diğer sorumluların tespiti ile, bu sanık ile tespit edilecek sanıkların dava dosyalarının birleştirilmesinden sonra sanığın hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekirdi. Aksi takdirde, mahkeme kararının kim tarafından etkisiz kılındığı hususu tam değerlendirilmemiş ve dolayısıyla hukuk devleti ilkesi zedelenmiş olmaktadır.(4483 sayılı Yasadaki düzenlemeye göre, ‘Bu Kanun kapsamındaki suçların iştirak halinde işlenmesi durumunda memur olmayan, memur olanla; ast memur, üst memurla aynı mahkemede yargılanır’ m.10)
    Oysa dosyadaki mevcut belgeler ile olayın oluş biçimi itibariyle yargı kararının gereğinin kasten yapılmadığı; kimi kararların gereğinin yapılmasına karşın kısa süre sonra yine aksine işlem yapıldığı ve sonunda katılanın hastaneye sevk işlemi yapılması karşısında, sanığın suç işleme kastının bulunduğu ortadadır.
    Tüm bu nedenlerle, Anayasada, güvence altına alınmış hakların korunması için yargı yolunun kabul edildiği ve yargı kararlarının bağlayıcılığına yer verildiği halde, haklı bir nedene dayanmaksızın, defalarca verilen yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarına rağmen, katılanın, mahkeme kararı doğrultusunda görevine başlatılmaması veya başlatılmakla beraber mahkeme kararını etkisiz hale getirme yönündeki yoğun ve uzun bir süreçte devam eden eylemleri nedeniyle sanığın 765 sayılı Türk Ceza Yasasının 228 ve 80 nci maddeleri gereğince cezalandırılması gerektiği görüşüyle Yüce Genel Kurul çoğunluğunun görüşüne katılmadığıma ilişkin karşı oyumdur.” düşüncesiyle,
    Bir kısım Kurul üyesi de benzer düşüncelerle, Yargıtay 4. Ceza Dairesinin sanık hakkındaki beraat hükmünün bozulması gerektiği yönünde karşı oy kullanmışlardır.
    SONUÇ:
    Açıklanan nedenlerle;
    1-Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 17.04.2008 gün ve 27-8 sayılı kararının ONANMASINA,
    2-Dosyanın Yargıtay 4. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 16.12.2008 günü yapılan birinci müzakerede yasal çoğunluk sağlanamadığından 23.12.2008 günü yapılan ikinci müzakerede tebliğnamedeki isteme aykırı olarak oyçokluğuyla karar verildi.


    Hemen Ara