Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2009/11-164 Esas 2009/275 Karar Sayılı İlamı

Abaküs Yazılım
Ceza Genel Kurulu
Esas No: 2009/11-164
Karar No: 2009/275

Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2009/11-164 Esas 2009/275 Karar Sayılı İlamı

Ceza Genel Kurulu         2009/11-164 E.  ,  2009/275 K.

    "İçtihat Metni"

    İtirazname:  2009/134069
    Yargıtay Dairesi : 11. Ceza Dairesi
    Mahkemesi : KIRIKKALE Ağır Ceza
    Günü : 12.02.2008
    Sayısı : 36-30

    Sanıklar E.S., S.B.ve A. G.’nun suç işlemek için teşekkül oluşturmak ve nitelikli dolandırıcılık suçlarından delil yetersizliğinden, sanıklar M.Ş., T. D., H. Z., D. K., H. K., K.P.ve M.K."ın suç işlemek için teşekkül oluşturmak suçundan suçun unsurları oluşmadığından beraatlarına,
    Sanıklar M.Ş., T.D., H. Z., D. K., H. K., K. P.ve M. K.ın kredi kartı sözleşmesinde sahtecilik suçundan 5464 sayılı Banka Kartları ve Kredi Kartları Yasasının 37/2, 765 sayılı TCY’nın 80 ve 59. maddeleri uyarınca ayrı ayrı 1’er yıl 11’er ay 10’ar gün hapis cezası ile cezalandırılmalarına, T.D., D.K.ve H. Z.hakkındaki cezaların 647 sayılı Yasanın 6. uyarınca ertelenmesine ilişkin,
    Kırıkkale Ağır Ceza Mahkemesince verilen 12.02.2008 gün ve 36-30 sayılı hüküm, tüm sanıklar için zorunlu müdafii olarak atanan Av. M.H.B. tarafından 28.02.2008 tarihinde temyiz edilmekle, temyiz istemi Kırıkkale Ağır Ceza Mahkemesince 28.02.2008 gün ve 36-30 ek sayı ile süresinde olmadığından bahisle CMK’nın 296/1. maddesi uyarınca red edilmiştir.
    Temyizin reddi kararının da beraat eden sanıklar E.S., S.B. ve A.G. dışındaki sanıkların müdafii sıfatıyla Av. M.H.B.tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay 11. Ceza Dairesince 22.12.2008 gün ve 13282-13686 sayı ile; bu red kararı onanmıştır.
    Yargıtay C.Başsavcılığınca 02.07.2009 gün ve 134069 sayı ile;
    “…Suç tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı TCK.nın 504/3 maddesinin üst haddinin 5 yıl hapis cezasını gerektirmesi nedeniyle, 5271 Sayılı Yasanın 5560 sayılı Yasanın 21. maddesiyle yapılan değişiklikten önceki hükmü gereğince sanıklar için bir müdafiin atanması zorunludur.
    Bu durumda, zorunlu müdafiinin 5271 sayılı Yasanın 156/1- b maddesi gereğince mahkemenin istemi üzerine baroca atanması gerekmekte olup, olayımız açısından üst sınırı 5 yıl hapis cezası olan nitelikli dolandırıcılık suçuyla ilgili olarak yapılmakta olan yargılama sırasında mahkemenin istemi ile baroca zorunlu müdafi olarak Avukat M.H. B."nun tayin edilmiş olmasında herhangi bir usulsüzlük bulunmamaktadır.
    İtiraza konu uyuşmazlığa benzer bir olayda Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 18.03.2008 tarih, 2008/8-9 E, 2008/58 sayılı kararında;
    1- Zorunlu müdafii atamasının yapıldığı tarih itibarıyla yürürlükte bulunan usul hükümlerine göre tayin edilmiş zorunlu müdafiye yapılan tefhim ve tebliğ, aynen vekaletnameli müdafiye yapıldığında olduğu gibi hukuki sonuçlarını doğurur. Ancak; bunun ön şartı, kendisine bir zorunlu müdafii atandığından sanığın haberdar edilmiş olmasıdır.
    2- Sanığın zorunlu müdafii azletme ve değiştirilmesini isteme hakkı bulunmaktadır.
    3- Kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar olan sanık buna ses çıkarmazsa, zorunlu müdafiin yapmış olduğu ve kendisinin açıkça karşı çıkmadığı tüm tasarrufların sonuçlarına katlanmak zorundadır.
    4- Kendisine zorunlu müdafii atandığından sanığın haberdar edilmediği durumlarda ise; zorunlu müdafiye yapılmış bulunan tefhim ve tebliğ kendisine bağlanan hukuki sonuçları doğurmaz. Bu durumda, velev ki zorunlu müdafii sanığın lehine gibi görünen bazı işlemleri yapmış olsa -örneğin temyiz dilekçesi vermiş olsa- dahi, hükmün sanığın kendisine de tebliğ edilmesi ve kendisine yapılan tebliğ üzerine sanık tarafından temyiz dilekçesi verilmesi halinde, temyiz davasının kabul edilmesi gerekir" şeklinde bir sonuca varmıştır.
    Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 27.11.2008 tarih, 2008/17878 E-2008/12528 K sayılı kararında; özet olarak ‘kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar olmayan sanığa yokluğunda verilen gerekçeli kararın sanığa tebliğinin zorunlu olduğuna’ hükmetmiştir.
    Kaldı ki, 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK’nun 150/3 maddesi gereğince zorunlu müdafii tayini için sanıklara isnat edilen suçun cezasının üst haddinin 5 yıl hapis cezasını gerektirmesinin aranmasına karşın, 18.12.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5560 sayılı Kanunun 21. maddesi ile yapılan değişlikten sonra isnat olunan suçun asgari haddinin 5 yıl hapis cezasından fazla olması şartının getirildiği görülmektedir. Somut olayımızda sanıklara isnat edilen suçun cezasının alt haddinin 5 yıl hapsin altında olması nedeniyle hüküm tarihi itibariyle zorunlu müdafii atanmasına gerek de bulunmamaktadır.
    Sonuç itibariyle temyiz talebinin reddine dair yerel mahkeme kararının usul ve yasaya uygun olup olmadığının tespiti için yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı öncelikle dava dosyasının mahalline gönderilip gerekçeli kararın mahkumiyetlerine hükmolunan sanıklara tebliğinin sağlanarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, hükmün sanıklar tarafından süresinde temyiz edilme ihtimali düşünülmeden yerel mahkeme tarafından verilen temyiz talebinin reddine ilişkin kararın onanması, yukarıda ana hatlarıyla gösterilen kanuni düzenlemelere ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu"nun 18.03.2008 tarih ve 2008/8-9 esas sayılı kararına aykırılık teşkil etmektedir” gerekçeleriyle itiraz yasa yoluna başvurularak Özel Daire onama kararının kaldırılmasına ve sanıkların kendilerine de tebligat yapılarak bunun sonucuna göre değerlendirme yapılmasının sağlanmasına karar verilmesi talep edilmiştir.
    Dosya Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
    TÜRK MİLLETİ ADINA
    CEZA GENEL KURULU KARARI
    Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık, temyiz isteminin süresinde olup olmadığının saptanması bağlamında; zorunlu müdafii huzurunda yapılmış olan tefhimin kendilerine zorunlu müdafii atandığından haberdar edilmeyen sanıklar açısından temyiz süresini başlatıp başlatmayacağının belirlenmesine ilişkindir.
    Dosya incelendiğinde;
    Kırıkkale Ağır Ceza Mahkemesince 03.02.2003 tarihli tensipten sonra, 03.04.2003 tarihli duruşma ile başlatılan kovuşturma sırasında, sanıklardan M.K., M.Ş., T.D., H. Z., K. P., H. K., D. K., A. G.ve S. B.’ın savunmaları alınıp sanık E.S.’un gıyabi tevkifinin vicahiye çevrilmesinin beklendiği aşamada 5271 sayılı CYY’nın yürürlüğe girmesi üzerine, mahkeme tarafından 23.06.2005 tarihinde verilen 3 nolu ara karar ile; “sanıkların üzerlerine atılı suçun niteliği, sevk maddesindeki cezanın üst sınırı itibarıyla CYY’nın 150. maddesi gereğince müdafi tayin etme zorunluluğu bulunmakla, sanıklara müdafi tayin edilmesi için baro başkanlığına yazı yazılmasına” karar verilmiş ise de, bir sonraki 29.09.2005 tarihli celseye yetişmeyen müdafi atamasının, Kırıkkale Barosu tarafından 30.09.2005 tarihinde yapılabildiği, tüm sanıklar için atandığı bildirilen “Av.M. H.B.’nun” ise mazereti bulunduğundan 15.12.2005 tarihli celseye değil, daha sonra yapılan 02.03.2006 ve 04.04.2006 tarihli duruşmalara katıldığı,
    Sanık E.S.’un savunmasının, 18.04.2006 tarihinde Ankara’da talimatla ve Av. M. Ö.’nın katılımıyla alındığı,
    Hakkında yakalama kararı bulunan sanık E.S.’un hazır edildiği 15.06.2006 tarihli duruşmaya sanıklar müdafiinin gelmediği, duruşma zaptında da sanıklar müdafiinden hiçbir şekilde bahsedilmediği, E.S.’un savunmasının alınması işleminin ise müdafisi hazır olduğunda alınmak üzere bir sonraki celseye bırakıldığı,
    Müdafiin hazır olduğu ancak başka kimsenin gelmediği 27.07.2006 tarihli celsede mazeretsiz olarak gelmeyen sanık E. S. hakkında zorla getirme kararı çıkartıldığı,
    Sadece E.S.’un geldiği, sanıklar müdafiinin mazeret bildirmek suretiyle katılmadığı 12.10.2006 tarihli duruşmada ise sanık E.S.’un savunmasının müdafii hazır olmadığından alınamadığı,
    Sanık D. K.’un duruşma sırasındaki beyanının, 29.11.2006 tarihinde Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından Av. E.K.’ın katılımı ile tespit edildiği,
    14.12.2006 tarihli duruşmaya sadece sanıklar müdafiinin katıldığı,
    22.02.2007 tarihli duruşmaya sanıklar müdafiinin mazeret dilekçesi verdiği, başka kimsenin de katılmadığı,
    17.04.2007 tarihli duruşmaya kimsenin katılmadığı ancak kaçak sayılan S. B. ve E.S.hakkında yakalama müzekkeresi çıkartılmasına karar verildiği,
    Sanık S. B.’ın duruşma sırasında gereksinim duyulan beyanının Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından talimatla ve avukat katılmaksızın 03.05.2007 tarihinde alınabildiği,
    22.05.2007 tarihli duruşmaya hiç kimsenin katılmadığı, fakat hakkında yakalama müzekkeresi bulunan sanık S. B.’ın başka bir yerde yakalanarak, sorgusunun yapılıp serbest bırakıldığı,
    Hakkında yakalama kararı bulunan E.S.ise Ankara’da yakalandığından, beyanının Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesince avukat bulundurulmaksızın 15.06.2007 tarihinde alındığı, bununla birlikte sanığın buradaki beyanında savunmasını baroca atanan müdafisi ile yapacağını belirttiği,
    23.08.2007 tarihli celseye sanıklar müdafiinin mazeret dilekçesi vererek gelmediği, bu arada sanık Emin’in başka bir yerde yakalandığı ve sorgusu yapılarak serbest bırakıldığı,
    25.09.2007 tarihli duruşmaya sadece sanıklar müdafiinin katıldığı,
    08.11.2007 tarihli celseye kimsenin katılmadığı,
    Sanıklar müdafiinin mazeret dilekçesi vererek gelmediği 08.12.2007 tarihli celseye başka hiç kimsenin de gelmediği,
    Başka gelenin olmadığı 24.01.2008 tarihli duruşmada, sanıklar müdafiine Cumhuriyet savcısının bu celse sunmuş olduğu esas hakkındaki mütalaya karşı savunma hazırlamak üzere süre verildiği,
    12.02.2008 tarihli duruşmaya katılan sanıklar müdafiinin “öncelikle tüm sanıkların beraatlarına karar verilmesi, aksi halde ise lehe hükümlerin uygulanması” biçiminde savunma yaptığı ve aynı oturumda hükmün tefhim edildiği,
    Sanıklar müdafiinin huzurunda tefhim edilen hükümdeki yasa yolu bildiriminin, “…oybirliğiyle verilen hüküm 7 gün içinde Yargıtay yolu açık olmak üzere ...açıkça okunup gerekçesi ana çizgileriyle anlatılmıştır” şeklinde yapıldığı,
    Anlaşılmaktadır.
    Somut olayda; sanıkların yargılandıkları 765 sayılı TCY’nın 504/3. maddesinin yasada yazılı cezası 2 yıldan 5 yıla kadar ağır hapis; 5237 sayılı TCY’nda bu maddenin karşılığını teşkil eden 158/1-f maddenin gerektirdiği ceza ise 2 yıldan 7 yıla kadar hapis cezasıdır. Dolayısıyla, sanıklara müdafii tayin edilen 30.09.2005 tarihi itibarıyla yürürlükte bulunan 5271 sayılı CYY’nın 150/3. maddesi uyarınca sanıklar için bir müdafiin atanması zorunludur. 5271 sayılı CYY’nın 150/3. maddesinde hükmün verildiği 12.02.2008 tarihinden önce 06.12.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5560 sayılı Yasanın 21. maddesiyle yapılan değişiklikle, daha önce üst sınırı beş yıl ve daha fazla hapis cezasını gerektiren suçlarla ilgili yargılamalarda zorunlu olan müdafii atama uygulaması, alt sınırı 5 yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlardan yapılan yargılamalara hasredilmiştir.
    Atama tarihi itibarıyla, zorunlu müdafiin 5271 sayılı CYY’nın 156/1- b maddesi gereğince mahkemenin istemi üzerine baroca atanması gerekmekte olup; olayımız açısından üst sınırı 5 yılın üzerinde olan nitelikli dolandırıcılık suçuyla ilgili olarak yapılmakta olan yargılama sırasında mahkemenin istemi ile baroca zorunlu müdafi tayin edilmiş olmasında herhangi bir usulsüzlük bulunmamaktadır.
    5271 sayılı CYY’nın 150. maddesinin 1., 2. ve 3. fıkraları birlikte değerlendirildiğinde, sanığın mahkemeden talep etmesi ile atanan müdafi ile zorunlu olarak atanan müdafi arasında; aynı Yasanın 2. maddesindeki tanıma bakıldığında, Ceza Yargılama Yasası anlamında zorunlu (veya istek üzerine atanan) müdafii ile vekaletnameli müdafi arasında her hangi bir fark bulunmamaktadır. Bununla birlikte; gerek 5271 sayılı CYY’nda, gerekse Avukatlık Yasası’nda, atanmış müdafilikle ilgili ayrıntılı bir düzenlemeye yer verildiği de söylenemez. 5271 sayılı CYY’nın 150/son madde ve fıkrası ile ayrıntıların düzenlemesi çıkarılacak yönetmeliğe bırakılmıştır.
    Bu konuda çıkarılması öngörülen Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Müdafi ve Vekillerin Görevlendirilmeleri ile Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmelik atama tarihi olan 30.09.2005 tarihinden daha sonra, fakat hüküm tarihi olan 12.02.2008 tarihinden önce, 02.03.2007 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu nedenle, zorunlu müdafii ataması hukuka uygun olmakla birlikte, zorunlu müdafiinin çalışma, görevinin sona ermesi, sorumluluğunun sınırları ve sanıklarla ilişkileri konusunda yönetmelik hükümlerinin de dikkate alınması gerekmektedir.
    Yönetmeliğin 5. maddesinin 3. fıkrasına göre, sanıklara çıkarılmış bulunan duruşma davetiyesi “tebliğ tarihinden itibaren yedi gün içinde müdafii bulunup bulun¬madığını bildirmesi, bildirimde bulunmadığı takdirde barodan bir müdafi görevlendirmesinin isteneceği …” meşruhatını içermelidir.
    Zorunlu müdafiinin atanmış ve sanığın bunu kabul etmiş ya da bu atamaya karşı herhangi bir itirazda bulunmamış olduğu durumlarda; vekaletnameli müdafie yapılan tefhim ve tebliğ de olduğu gibi, zorunlu müdafie yapılan tefhim ve tebliğin de kendisine bağlanan tüm hukuki sonuçları doğuracağını kabul etmek gerekir. Başka bir deyişle, böyle durumlarda asile ayrıca tebligat yapılmasına gerek olmayacaktır.
    Dolayısıyla; somut olayda yönetmeliğin hüküm tarihinden önce yürürlüğe girmiş olması nedeniyle, “sanıkların tebliğ tarihinden itibaren yedi gün içinde müdafiilerinin bulunup bulun¬madığını bildirmeleri, bildirimde bulunmadıkları takdirde barodan bir müdafi görevlendirmesinin isteneceği” şerhini de içeren bir davetiye ile duruşmalara davet edilmemiş olmaları Yönetmeliğe aykırıdır. Bu nedenle sanıkların kendilerine zorunlu müdafii atandığından haberlerinin olduğu söylenemeyeceğinden, mağdur olmamaları için hükmün sanıklara da tebliğ edilerek, temyiz dilekçesi vermeleri halinde, temyiz davasına bakılması adalete uygun düşecektir.
    Olaya başka bir açıdan bakıldığında;
    Anayasanın 36. maddesinde yer alan; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” şeklindeki düzenlemenin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin, “adil yargılanma hakkını” düzenleyen 6. maddesinin 3. fıkrasının b ve c bentlerinde; “Her sanık en azından aşağıdaki haklara sahiptir: a)….; b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak; c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir avukatın yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için mali olanaklardan yoksunsa ve adaletin selameti gerektiriyorsa mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilmek…” biçimindeki düzenleme ile birlikte değerlendirilmesi halinde varılması gereken sonuç; savunma hakkının, temel insan hakları arasında yer alan hak arama hürriyetinin bir gereği olduğu ve avukat tutma hakkının da savunma hakkından ayrı düşünülemeyeceği gerçeğidir. Bu durumda, mevzuatımızda zorunlu müdafilik sistemini öngören yasanın amacı, kendisini savunmak için yeterli maddi olanağı bulun¬mayanların bu hakkı kullanamamalarından kaynaklanabilecek muhtemel hak kayıplarının önlenmesi, dolayısıyla da savunma hakkının etkin kullanılabilmesinin sağlanması suretiyle, adil yargılanmanın gerçekleştirilmesidir. Bunun doğal sonucu olarak, parası olan sanık nasıl ki vekaletname verdiği avukatı serbestçe tayin edebiliyor, parası olmayan sanığın da aynı şekilde avukatını serbestçe belirleyebilmesi, en azından kendisine tayin edilen avukatı beğenmediğinde değiştirme hakkının bulunması, daha da ötesi, görülmeye başlayacak davada kendisine bir avukat atanacağının sanığa bildirilmesi gereklidir. Kendisine avukat atandığını dahi bilmeyen ya da kendisine avukat atanmakla birlikte beğenmediği takdirde bu avukatın değiştirilmesini isteme hakkına sahip bulunmayan bir sanığın, bu avukatın tüm tasarruflarından sorumlu tutulması gerektiğini veya bu avukatın yaptığı tüm işlemleri peşinen kabul etmiş sayılacağını söylemek nasıl mümkün değilse, böyle bir durumda savunma hakkının tam anlamıyla kullanılabileceğini düşünmek te olası değildir.
    Şu halde, kendisine zorunlu bir müdafi atanacağının sanığa bildirilmediği ve sanığın bu konudaki iradesine değer verilmediği ya da başka bir ifadeyle sanığın bu konudaki iradesinin dosya kapsamından anlaşılamadığı durumlarda hükmün müdafi yanında sanığın kendisine de tebliğinin adil yargılanma hakkının bir gereği olduğu kabul edilmelidir. Özellikle vurgulamak gerekirse, bu durum Tebligat Hukuku ile değil, münhasıran vazgeçilemez ve göz ardı edilemez nitelikteki savunma hakkı ve daha geniş manada da adil yargılanma hakkı ile ilgilidir. Bu nedenle, çözümün tebligata ilişkin hükümler yerine, savunma hakkına ilişkin düzenlemelerde aranması icab eder.
    Bunun ötesinde; kendisine zorunlu müdafi atanacağının sanığa bildirilmiş ve sanığın da buna ses çıkarmamış olduğu durumlarda; zorunlu müdafie yapılan tefhim veya tebliğ işlemlerinin aynen vekaletnameli müdafiide olduğu gibi geçerli olacağı ve gerek tefhime, gerekse tebliğe bağlı olan sürelerin işlemeye başlayacağı hususunda duraksama yaşanmamaktadır. Dolayısıyla, böyle durumlarda Tebligat Yasasının 11. maddesi uyarınca işlem yapılması gerekeceğinden, tebligat asile değil müdafie yapılmalıdır. Aksi halde, zorunlu müdafiliğe yasanın arzu etmediği anlamda simgesel bir anlam yüklenmiş olur ki, bu kabul birçok kargaşayı da birlikte getirecektir.
    Konuya bu açıklamalar ışığında bakıldığında şu sonuçlara varılmaktadır:
    1- Zorunlu müdafii atamasının yapıldığı tarih itibarıyla yürürlükte bulunan Usul hükümlerine göre tayin edilmiş zorunlu müdafie yapılan tefhim ve tebliğ, aynen vekaletnameli müdafie yapıldığında olduğu gibi hukuki sonuç doğurur. Ancak; bunun ön şartı, kendisine bir zorunlu müdafii atandığından sanığın haberdar edilmiş olmasıdır.
    2- Kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar olan sanık buna ses çıkarmazsa, zorunlu müdafiin yapmış olduğu ve kendisinin açıkça karşı çıkmadığı tüm tasarrufların sonuçlarına katlanmak zorundadır.
    3- Kendisine zorunlu müdafii atandığından sanığın haberdar edilmediği durumlarda ise; zorunlu müdafie yapılmış bulunan tefhim ve tebliğ kendisine bağlanan hukuki sonuçları doğurmaz.
    Somut olayda; zorunlu müdafiinin yüzüne karşı yapılmış olan tefhim, kendisine zorunlu müdafi atandığından yargılamanın hiçbir aşamasında haberdar edilmeyen tüm sanıklar açısından hukuki sonuç doğurmayacağından, temyiz süresini de başlatmayacaktır. Bu nedenle, temyiz davasının tüm sanıklar müdafiinin temyiz isteminin süresinden sonra olduğundan bahisle reddi yerine, gerekçeli kararın sanıkların kendilerine de tebliği gerekmektedir.
    Kaldı ki, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazında belirtilmemiş olmakla birlikte, 7 günlük temyiz süresinin tefhimden itibaren mi, yoksa tebliğden itibaren mi başlayacağını hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açıkça belirtmeyen yasa yolu bildirimi de, Ceza Genel Kurulunun duraksamasız kararlarına göre eksik ve yanıltıcı niteliktedir.
    Bu nedenle, öncelikle hükmün sanıklara tebliğ edilmesi gerekmektedir. Tebliğ üzerine, sanıkların kendilerine avukat atandığını önceden bildiklerini ifade etmeleri veya atandığından sonradan haberdar oldukları avukatın tasarruflarına açıkça karşı çıkmamaları halinde, yasa yolu bildirimindeki eksiklik nedeniyle, yapılmış olan temyiz geçerli sayılmalıdır. Kendilerine avukat atandığını bilmedikleri anlaşılan sanıkların yapılacak olan tebligatla birlikte bunu öğrenmeleri üzerine, atanmış bulunan avukatın tasarruflarına açıkça karşı çıkmaları halinde ise, kendilerinin temyiz dilekçesi verip vermeme durumlarına göre temyiz davası değerlendirilmelidir.
    Bu itibarla; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının değişik gerekçe ile kabulüne, Özel Daire bozma kararının kaldırılmasına, atanmış bulunan zorunlu müdafiin yüzüne karşı tefhim edilmiş olan hükmün sanıkların kendilerine de tebliğ edilmesi, söz konusu hükmün atanmış olan zorunlu müdafii tarafından temyiz edildiğinin sanıklara bildirilmesi, eğer sanıklar tarafından temyiz dilekçesi verilirse bu dilekçelere istinaden de temyiz davası açılmasının sağlanması, temyiz dilekçesi verilmemesi fakat hükmün zorunlu müdafii tarafından temyiz edilmiş bulunmasına da açıkça karşı çıkılmaması halinde ise zorunlu müdafii tarafından süresinden sonra yapılmış bulunan temyiz isteminin yasa yolu bildirimindeki yanıltıcı nitelikteki eksiklik nedeniyle temyiz davasına esas teşkil etmesi yönünde işlem yapılması için dosyanın Özel Daireye gönderilmesine karar verilmelidir.
    SONUÇ:
    Açıklanan nedenlerle;
    1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
    2- Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 22.12.2008 gün ve 13282-13686 sayılı onama kararının KALDIRILMASINA,
    3- Dosyanın, Ceza Genel Kurulu Kararında belirtilen usuli işlemlerin yapılmasının sağlanması için Yargıtay 11. Ceza Dairesi’ne gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 24.11.2009 günü yapılan müzakerede oybirliği ile karar verildi.

     

    Hemen Ara