Esas No: 2013/89
Karar No: 2014/116
Karar Tarihi: 03/07/2014
AYM 2013/89 Esas 2014/116 Karar Sayılı Norm Denetimi İlamı
Esas Sayısı : 2013/89
Karar Sayısı : 2014/116
Karar Tarihi : 3.7.2014
RG. Tarih ve Sayısı : 04.07.2015-29406
İPTAL DAVASINI AÇAN :Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri M. Akif HAMZAÇEBİ ve Engin ALTAY ile birlikte 125 milletvekili
İPTAL DAVASININ KONUSU :21.5.2013 tarihli ve 6486 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un;
1- 4. maddesiyle, 31.5.2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 73. maddesinin;
a- İkinci fıkrasının birinci cümlesindeki “bir” ibaresinin “iki” şeklinde değiştirilmesinin,
b- Üçüncü fıkrasına eklenen cümlelerin,
2- 12. maddesiyle, 9.8.1983 tarihli ve 2872 sayılı Çevre Kanunu’na eklenen geçici 3. maddenin,
Anayasa’nın 2., 5., 11., 17., 43., 44., 45., 50., 56., 60., 90., 138., 168. ve 169. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptallerine ve yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesi istemidir.
II- YASA METİNLERİ
A- İptali İstenen Yasa Kuralları
1- 5510 sayılı Kanun’un iptali istenen kuralların da yer aldığı 73. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları şöyledir:
“Kamu idaresi sağlık hizmeti sunucuları dışındaki vakıf üniversiteleri dahil sözleşmeli sağlık hizmeti sunucularınca, Sağlık Hizmetleri Fiyatlandırma Komisyonunca belirlenen sağlık hizmetleri bedeline ek olarak, genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü oldukları kişilerden sağlık hizmeti sunucularının giderleri ve ürettikleri sağlık hizmetlerinin maliyetleri, yapılan sübvansiyonlar gibi kriterler dikkate alınarak bu bedellerinikikatına kadar alınabilecek ilave ücretin tavanını belirlemeye Bakanlar Kurulu yetkilidir. Bu tavan dahilinde alınabilecek ilave ücret oranları Kurumca belirlenir. Ancak (…) 60 ıncı maddenin birinci fıkrasının (c) bendinin (4), (6) ve (8) numaralı alt bentleri kapsamında sayılanlar ile bakmakla yükümlü oldukları kişilerden ilave ücret alınamaz. Sağlık Hizmetleri Fiyatlandırma Komisyonunca belirlenen eşdeğer ilaçların, azami fiyatı ile kişinin talep ettiği eşdeğer ilacın fiyatı arasında oluşacak fark ve optik için tavan uygulanmaz ve bu fıkra kapsamında değerlendirilmez.
Kamu idaresi sağlık hizmeti sunucuları ise otelcilik hizmeti ile dördüncü fıkrada belirtilen istisnai sağlık hizmetleri dışında, sağladıkları sağlık hizmetleri için genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerden ilave ücret talep edemez. (Mülga ikinci cümle: 21/1/2010-5947/19 md.)(Ek cümleler: 21/5/2013-6486/4)Ancak yükseköğretim kurumlarına ait sağlık hizmeti sunucularında öğretim üyeleri tarafından mesai saatleri dışında bizzat verilen sağlık hizmetleri için Kurumca belirlenmiş sağlık hizmetleri bedelinin, poliklinik muayenelerinde bir katını, diğer hizmetlerde yüzde ellisini geçmemek üzere, üniversite yönetim kurulu kararıyla öğretim üyelerinin unvanları itibarıyla belirlenen miktarda ilave ücret alınabilir. Ancak alınacak ilave ücret bir defada asgari ücretin iki katını geçemez. Bu oranları bir katına kadar artırmaya Bakanlar Kurulu yetkilidir. Kurum bu fıkra kapsamında ilave ücret alınamayacak sağlık hizmetlerini belirlemeye yetkilidir.”
2- 2872 sayılı Kanun’un iptali istenen geçici 3. maddesi şöyledir:
“GEÇİCİ MADDE 3-23/6/1997tarihinden önce kamu yatırım programına alınmış olup, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya üretim veya işletmeye başlamış olan projeler ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesisler Çevresel Etki Değerlendirmesi kapsamı dışındadır.”
B- Dayanılan ve İlgili Görülen Anayasa Kuralları
Dava dilekçesinde, Anayasa’nın 2., 5., 11., 17., 43., 44., 45., 50., 56., 60., 90., 138., 168. ve 169. maddelerine dayanılmış, Anayasa’nın 13. maddesi ise ilgili görülmüştür.
III- İLK İNCELEME
Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü hükümleri uyarınca Haşim KILIÇ, Serruh KALELİ, Alparslan ALTAN, Mehmet ERTEN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Zehra Ayla PERKTAŞ, Recep KÖMÜRCÜ, Burhan ÜSTÜN, Engin YILDIRIM, Nuri NECİPOĞLU, Hicabi DURSUN, Celal Mümtaz AKINCI, Erdal TERCAN, Muammer TOPAL ve Zühtü ARSLAN’ın katılımlarıyla 25.9.2013 tarihinde yapılan ilk inceleme toplantısında, dosyada eksiklik bulunmadığından işin esasının incelenmesine, yürürlüğü durdurma isteminin ise esas inceleme aşamasında karara bağlanmasına OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.
IV- ESASIN İNCELENMESİ
Dava dilekçesi ile ve ekleri, Raportör Ümit DENİZ tarafından hazırlanan işin esasına ilişkin rapor, dava konusu yasa kuralları, dayanılan ve ilgili görülen Anayasa kuralları ve bunların gerekçeleri ile diğer yasama belgeleri okunup incelendikten sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
A- Kanun’un 4. Maddesiyle 5510 Sayılı Kanun’un 73. Maddesinin İkinci Fıkrasının Birinci Cümlesindeki “bir” İbaresinin “iki” Şeklinde Değiştirilmesinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kural ile Sağlık Hizmetleri Fiyatlandırma Komisyonunca tespit edilensağlık hizmeti bedeline ek olarak alınabilecek ilave ücretlerin tavanını, anılan bedelin iki katına kadar belirleme yetkisinin Bakanlar Kuruluna tanındığı, sigortalının sağlık hizmetlerine erişebilmek için yeniden bir ücret daha ödemek zorunda bırakılmasıyla sağlık hizmetinin, bu hizmetin niteliği ile örtüşmeyecek şekilde paralı ve pahalı bir hâle getirildiği, 5947 sayılı Kanun ile getirilen düzenlemeler sonucu vatandaşların özel sağlık kurumlarına başvurmak durumunda bırakıldığı ve buralara ödenmesi gereken ilave ücretlerin büyük oranlarda arttırıldığı, sağlık hizmetinin finansman giderlerinin karşılanmasında hizmetten yararlananlara, ödeme güçlerini aşan, ağır bir yük getirildiği, ilave ücretin üst sınırının Sağlık Uygulama Tebliği’nde belirlenensağlık hizmeti ücretinin iki katına çıkarılmasının Anayasa Mahkemesinin 15.12.2006 tarihli ve E.2006/111, K.2006/112 sayılı kararına uygun olmadığı gibi, sağlık hizmetine ulaşımı engelleyerek sosyal devlet ilkesiyle ve sosyal güvenlik hakkıyla çeliştiği, ayrıca bu durumun sağlık hakkı ile bireyin maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkını ihlal ettiği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 5., 17., 56. ve 60. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 43. maddesi uyarınca, dava konusu kural ilgisi nedeniyle Anayasa’nın 13. maddesi yönünden de incelenmiştir.
5510 sayılı Kanun’un 73. maddesi, sağlık hizmetlerinin sağlanması yöntemini ve sağlık giderlerinin ödenmesine ilişkin usul ve esasları düzenlemektedir. Anılan maddenin dava konusu ibareyi de içeren ikinci fıkrasında, kamu idaresi dışında kalan sözleşmeli sağlık hizmeti sunucuları tarafından Sağlık Hizmetleri Fiyatlandırma Komisyonunca belirlenen hizmet bedeline ek olarak, genel sağlık sigortalısı veya bakmakla yükümlü olduğu kişilerden bahsedilen bedelin iki katına kadar alınabilecek ilave ücretlerin tavanını belirleme yetkisi Bakanlar Kuruluna tanınmış, bu tavan dâhilinde ilave ücret oranının tespiti ise Sosyal Güvenlik Kurumuna (Kurum) bırakılmıştır.
Dava konusu ibare ise Bakanlar Kuruluna tanınan, sağlık hizmetleri bedeline ek olarak genel sağlık sigortalısı veya bakmakla yükümlü olduğu kişilerden alınabilecek ilave ücretin oranını artırma yetkisini, sağlık hizmetleri bedelinin “iki” katı ile sınırlamaktadır. Anılan ikinci fıkrasının önceki halinde bu oran, sağlık hizmeti bedelinin bir katı olarak tespit edilmiş iken dava konusu kural ile iki katı olarak değiştirilmiştir. Dava konusu kural uyarınca artırılan ilave ücret, vakıf üniversiteleri dâhil olmak üzere özel sağlık hizmeti sunucularınca verilen sağlık hizmeti için geçerli olup kamu idaresi sağlık hizmeti sunucularını kapsamamaktadır.
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.
Anayasa’nın 5. maddesinde, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak şekilde sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak, Devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır.
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen sosyal devlet, sosyal adaletin, sosyal refahın ve sosyal güvenliğin gerçekleşmesini sağlayan devlettir. Sosyal devletin somut göstergelerinden biri olan sosyal güvenlik hakkının yer aldığıAnayasa’nın 60. maddesinde, “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.” denilmektedir. Buna göre, sosyal güvenlik herkes için bir hak ve bunu gerçekleştirmek ise Devlet için bir görevdir. Anayasa’nın 60. maddesinin gerekçesinde de, sosyal güvenlik hakkının, çalışanların yarını ve güvencesi olduğu belirtilmiştir. Sosyal güvenlik, bireylerin istek ve iradeleri dışında oluşan sosyal risklerin, kendilerinin ve geçindirmekle yükümlü oldukları kişilerin üzerlerindeki gelir azaltıcı ve harcama artırıcı etkilerini en aza indirmek, ayrıca sağlıklı ve asgari hayat standardını güvence altına alabilmektir. Bu güvencenin gerçekleştirilebilmesi için sosyal güvenlik kuruluşları oluşturularak, kişilerin yaşlılık, hastalık, malûllük, kaza ve ölüm gibi sosyal risklere karşı asgari yaşam düzeylerinin korunması amaçlanmaktadır.
Kişilere sağlanan anayasal güvencelerin yaşama geçirilebilmesi için Devlet tüm çalışanlara sosyal güvenlik hakkını sağlamak ve bunun için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür. Bu yükümlülüğün yerine getirilmesi sonucu en önemli değer olan insanın sağlığı ve dolayısıyla yaşam hakkı etkili bir şekilde korunmuş olacaktır. Sosyal güvenlik hakkı, sağlık hakkının gerçekleştirilmesinde çok önemli bir araçtır.
Anayasa’nın 17. maddesine göre, herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Belirtilen bu haklar, birbirleriyle sıkı bağlantıları olan, devredilmez, vazgeçilmez temel haklardandır. Bu haklara karşı her türlü engelin ortadan kaldırılması da Devlete görev olarak verilmiştir. Yaşam hakkının korunması ve sosyal güvenliğin sağlanması, sosyal devlet olmanın gereğidir. Sosyal güvenlik kuruluşlarına ilişkin düzenlemelerin yaşama hakkı ile maddî ve manevî varlığı koruma haklarını zedeleyecek veya ortadan kaldıracak kuralları içermemesi gerekir.
Anayasa’nın 56. maddesinin birinci fıkrasında,“Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.”denilmek suretiyle sağlık hakkı güvenceye bağlanmıştır. Sağlık hakkı, insanların sağlıklarının korunması, hastalandıklarında iyileşmeleri, tıbbi bakım görebilmeleri ve tedavi edilebilmeleri için Devletin sağladığı her türlü imkândan yararlanma hakkıdır. Sağlık hakkı, insanların doğuştan kazandıkları vazgeçilemez ve devredilemez haklarının başında gelmektedir.
Hukuk devletinin önemli unsurlarından biri de hak ve özgürlüklerin tanınıp güvenceye bağlanmasıdır. Hukuk devletinin özünü hak ve özgürlükler oluştursa da bunların sınırsızlığından söz etmek mümkün değildir. Ancak hukuk devletinde hak ve özgürlüklere yönelik sınırlamaların istisnai nitelik taşıması zorunludur.
Anayasa"nın 13. maddesinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının ölçütü gösterilmiştir. Buna göre,“Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
Anılan madde, hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasını, ilgili temel hak ve özgürlüğe ilişkin Anayasa maddesinde gösterilen özel sebeplerin bulunmasına bağlı kılmıştır. Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi kararlarında, özel sınırlama nedeni öngörülmemiş özgürlüklerin de o özgürlüğün doğasından kaynaklanan bazı sınırlarının bulunduğu, ayrıca Anayasa"nın başka maddelerinde yer alan hak ve özgürlükler ile Devlete yüklenen ödevlerin özel sınırlama sebebi gösterilmemiş hak ve özgürlüklere sınır teşkil edebileceği kabul edilmektedir.
Kişinin maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkı, sağlık hakkı ve sosyal güvenlik hakkını düzenleyen Anayasa’nın 17., 56. ve 60. maddelerinde özel sınırlama sebeplerine yer verilmemiş ise de anılan haklar, mutlak haklardan olmadığından Anayasa"da düzenlenen diğer hak ve özgürlükler veya Devlete yüklenen ödevlerle çatışması durumunda sınırlandırılabilmektedir.
Anayasa’nın 56. maddesinin üçüncü fıkrasıyla, Devlete, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak amacıyla sağlık kuruluşlarının hizmetlerini düzenleme, denetleme ve organize etme gibi görevler verilmiş, dördüncü fıkrasında ise Devletin, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal güvenlik kurumlarından yararlanarak ve onları denetleyerek yerine getirmesi öngörülmüştür. Buna göre, sağlık hizmetlerinin tümünün doğrudan Devlet tarafından yerine getirilmesi zorunlu olmayıp özel sektör tarafından da sunulması mümkündür. Bu hususta Devlete yüklenen temel ödev, sağlık hizmeti sunumunu organize etmek ve kamu ile özel sektör arasında eşgüdümü sağlamak suretiyle herkesin bu hizmetten dengeli ve düzenli bir şekilde yararlanmasını temin etmektir. Dolayısıyla Anayasa’nın 56. maddesinin üçüncü ve dördüncü fıkralarıyla Devlete yüklenen, sağlık hizmetlerinin tüm bireylere dengeli ve sürekli bir biçimde sunulmasını sağlama ödevinin yerine getirilmesi amacıyla maddi ve manevi varlığını geliştirme, sağlık ve sosyal güvenlik haklarının sınırlandırılması olanaklıdır.
5510 sayılı Kanun’un 73. maddesinin ikinci fıkrasıyla, kamu idaresi dışında kalan sözleşmeli sağlık hizmeti sunucuları tarafından Sağlık Hizmetleri Fiyatlandırma Komisyonunca belirlenen hizmet bedeline ek olarak, genel sağlık sigortalısı veya bakmakla yükümlü olduğu kişilerden bahsedilen bedellerin iki katına kadar ilave ücret alınabilmesi mümkün kılınmıştır. Kamu idaresi dışında kalan sözleşmeli sağlık hizmeti sunucuları tarafından sunulan sağlık hizmetlerinde sağlık hizmet bedeline ek olarak bu bedelin iki katına kadar ücret alınmasının maddi ve manevi varlığını geliştirme, sağlık ve sosyal güvenlik haklarına müdahale teşkil ettiği açıktır.
Sağlık hizmetlerinin, toplumun her kesimine dengeli ve düzenli bir biçimde sunulabilmesi ve sürdürülebilirliğinin sağlanabilmesi için bu hizmetlerden yararlananlardan belli ölçüde bir katkı payı alınması gerekli hale gelebilir. Zira sağlık hizmetlerinden belli ölçüde katılım payı alınması, bir yönüyle kamu üzerindeki finansman yükünü kısmen hafifletmekte bir yönüyle de bu hizmetlerden gereksiz yararlanmaları engellemek suretiyle kamu harcamalarının artmasını engellemektedir. Dolayısıyla kamu idaresi dışında kalan sözleşmeli sağlık hizmeti sunucuları tarafından sunulan sağlık hizmetlerinde sağlık hizmet bedeline ek olarak bu bedelin iki katına kadar ücret alınmasının meşru bir amaca dayandığı anlaşılmaktadır.
Ancak meşru bir amaca dayanan bu sınırlamanın ayrıca Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun ve ölçülü olması gerekir. İtiraz konusu kuralda öngörülen, sağlık hizmetinin sağlanması usulü ve sağlık hizmet bedellerinin belirlenmesi yetkisi, Anayasa’da belirlenen kurallara bağlı kalmak koşuluyla kanun koyucunun takdirindedir. Ancak, kanun koyucu, belirtilen yetkisine ilişkin hükümleri düzenlerken hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. “Elverişlilik”, getirilen kuralın, ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, “gereklilik”, getirilen kuralın, ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve “orantılılık” ise getirilen kural ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir.
Kamu idaresi dışında kalan sözleşmeli sağlık hizmeti sunucuları tarafından sunulan sağlık hizmetlerinde sağlık hizmet bedeline ek olarak ayrıca ücret alınabilmesi mümkün kılınmış ise de dava konusu kuralla bu ücretin tavanı, sağlık hizmeti bedelinin iki katı ile sınırlandırılmış ve tavan ücreti belirleme konusunda Bakanlar Kurulu yetkili kılınmıştır.. Ayrıca sözü edilen ilave ücret, kamu sağlık hizmeti sunucuları dışındaki vakıf üniversiteleri dâhil olmak üzere özel sağlık hizmeti sunucularını kapsamaktadır. Kamu idaresi sağlık hizmeti sunucularınca sunulan sağlık hizmetleri için genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerden ilave ücret talep edilmesi söz konusu değildir. İlave ücret, genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin, ancak özel sağlık hizmeti sunucularını tercih etmeleri durumunda alınmaktadır. Bunun yanında, kamu sağlık hizmeti sunucularınca yerine getirilemeyen bazı sağlık hizmetlerinin gerek yurtdışı gerekse yurtiçindeki özel sağlık hizmeti sunucuları tarafından sunulması durumunda, hizmet bedelleri Sosyal Güvenlik Kurumu aracılığıyla karşılanabilmektedir. Tüm bu hususlar gözetildiğinde, özel sağlık hizmeti sunucularınca sağlanan sağlık hizmetlerinin sürdürülebilirliğini ve kamu-özel sektör dengesini sağlamayı teminen, vakıf üniversiteleri dâhil olmak üzere özel sağlık hizmeti sunucularından hizmet alan genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerden, sağlık hizmeti bedelinin iki katını aşmayacak şekilde ilave ücret alınabilmesi mümkün kılınmak suretiyle kişinin maddi ve manevi varlığını geliştirme, sağlık ve sosyal güvenlik haklarına yapılan müdahalenin, ölçülü olduğu ve bireylere aşırı bir külfet yüklemediği sonucuna ulaşılmaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 5., 13., 17., 56. ve 60. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
B-Kanun’un 4. Maddesiyle 5510 Sayılı Kanun’un 73. Maddesinin Üçüncü Fıkrasına Eklenen Cümlelerin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, öğretim üyesini normal mesai sonrasında sağlık hizmetinde fazla çalışmaya yönlendirmenin bir yandan öğretim üyesini eğitimden uzaklaştırırken diğer yandan sağlık hizmetinin azami özen ve dikkat isteyen doğasına aykırı olduğu, üniversitenin temel amaç ve hedefinin çok hizmet sunup gelir elde etmek değil eğitim-bilimsel çalışma ve ileri düzeyde sağlık hizmeti vermek olması gerektiği hâlde hizmet sunumunu hastadan para kazanmaya bağlı hâle getirmenin ve bu paradan öğretim üyesine adeta bir“pay”vermenin hekim etiği üzerinde olumsuz sonuçlara yol açtığı, ayrıca hastalardan alınacak ilave ücretlerden öğretim üyesine ödenen miktarın emekliliklerine yansımadığı, kamu üniversitelerinde“öğretim üyesinden sağlık hizmeti”adı altında vatandaşlara ücretli sağlık hizmeti getirilmesinin sosyal devlet ilkesini zedelediği, bunun yanında mesai sonrası öğretim üyelerinin çalışma sürelerinin uzatıldığı ve çalışma koşullarının ağırlaştırıldığı, dinlenme haklarının ellerinden alındığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2. ve 50. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun’un 43. maddesi uyarınca, dava konusu kural ilgisi nedeniyle Anayasa’nın 13., 17., 56. ve 60. maddeleri yönünden de incelenmiştir.
5510 sayılı Kanun’un 73. maddesinin üçüncü fıkrasının birinci cümlesinde, kamu idaresi sağlık hizmeti sunucularının, otelcilik hizmeti ile dördüncü fıkrada belirtilen istisnai sağlık hizmetleri dışında, sağladıkları sağlık hizmetleri için genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerden ilave ücret talep edemeyeceği kurala bağlandıktan sonra, 6486 sayılı Kanun’un 4. maddesiyle eklenen dava konusu cümlelerde, bu kuralın istisnası düzenlenmiştir. Buna göre, yükseköğretim kurumlarına ait sağlık hizmeti sunucularında öğretim üyeleri tarafından mesai saatleri dışında bizzat verilen sağlık hizmetleri için üniversite yönetim kurulu kararıyla öğretim üyelerinin unvanları itibarıyla belirlenen miktarda ilave ücret alınması mümkün kılınmıştır. Ancak bu şekilde alınacak ilave ücretin, Kurumca belirlenmiş sağlık hizmetleri bedelinin, poliklinik muayenelerinde bir katını, diğer hizmetlerde yüzde ellisini geçemeyeceği öngörülmüştür. Ayrıca alınacak ilave ücretin bir defada asgari ücretin iki katını geçemeyeceği ifade edilmiş ve Bakanlar Kuruluna, bu oranları bir katına kadar artırabilme yetkisi tanınmıştır. Bununla birlikte, Kurum, bu fıkra kapsamında ilave ücret alınamayacak sağlık hizmetlerini belirlemeye yetkili kılınmakla, yükseköğretim kurumlarına ait sağlık hizmeti sunucularında öğretim üyeleri tarafından mesai saatleri dışında bizzat verilen bazı sağlık hizmetlerinin, ilave ücretten istisna tutulmasına imkân sağlanmıştır.
Yükseköğretim kurumlarına ait sağlık hizmeti sunucularında öğretim üyeleri tarafından mesai saatleri dışında bizzat verilen sağlık hizmetlerinin ilave ücrete tabi tutulmasının, maddi ve manevi varlığını geliştirme, sağlık ve sosyal güvenlik haklarına müdahale teşkil ettiği açıktır. Bu hizmetler karşılığında ilave ücret alınmasının, sağlık hizmetlerinin, toplumun her kesimine dengeli ve düzenli bir biçimde sunulabilmesi ve sürdürülebilirliğinin sağlanabilmesi amacına dayandığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla yükseköğretim kurumlarına ait sağlık hizmeti sunucularında öğretim üyeleri tarafından mesai saatleri dışında bizzat verilen sağlık hizmetleri karşılığında sağlık hizmet bedeline ek olarak ilave ücret alınmasının meşru bir amaca dayandığı anlaşılmaktadır. Ancak meşru amaca dayanan bu sınırlamanın ayrıca Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun ve ölçülü olması gerekir.
Yükseköğretim kurumlarına ait sağlık hizmeti sunucularında öğretim üyeleri tarafından mesai saatleri dışında bizzat verilen sağlık hizmetleri karşılığında sağlık hizmet bedeline ek olarak ilave ücret alınması öngörülmüş ise de bu ücretin tavanı, sağlık hizmeti bedelinin, Bakanlar Kuruluna tanınan, oranları bir katına kadar artırma yetkisi de gözönünde bulundurulduğunda, poliklinik muayenelerinde iki katını, diğer hizmetlerde bir katını geçemeyeceği öngörülmüş ve ayrıca alınacak ilave ücretin bir defada asgari ücretin dört katını geçemeyeceği ifade edilmiştir. Ayrıca sözü edilen ilave ücret, yükseköğretim kurumlarına ait sağlık hizmeti sunucularında öğretim üyeleri tarafından mesai saatleri dışında bizzat verilen sağlık hizmetlerini kapsamaktadır. Diğer kamu idaresi sağlık hizmeti sunucuları ile yükseköğretim kurumlarına ait sağlık hizmeti sunularınca verilen diğer sağlık hizmetleri için genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerden ilave ücret talep edilmesi söz konusu değildir.
Dava konusu kurallar uyarınca ilave ücret, genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin, ancak yükseköğretim kurumlarına ait sağlık hizmeti sunucularında görev yapan öğretim üyelerinden mesai saati dışında hizmet talep etmeleri durumunda alınmaktadır. İlave ücret ödemek istemeyen ya da buna mali durumu elvermeyenlerin asli faaliyetleri devam eden öğretim üyelerinden olağan çalışma saatleri içerisinde sağlık hizmeti almalarına bir engel bulunmamaktadır. Bunun yanı sıra yükseköğretim kurumlarına ait sağlık hizmeti sunucularında öğretim üyeleri tarafından mesai saatleri dışında bizzat verilen bazı sağlık hizmetlerinin, ilave ücretten istisna tutulması hususunda da Kuruma yetki tanınmıştır. Tüm bu hususlar gözetildiğinde, sağlık hizmetlerinin, toplumun her kesimine dengeli ve düzenli bir biçimde sunulabilmesini ve sürdürülebilirliğini teminen, yükseköğretim kurumlarına ait sağlık hizmeti sunucularında görev yapan öğretim üyelerinden mesai saatleri dışında sağlık hizmeti alan genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerden, kanunda belirtilen sınırlar içinde ilave ücret alınması öngörülmek suretiyle maddi ve manevi varlığını geliştirme, sağlık ve sosyal güvenlik haklarına yapılan müdahalenin, ölçülü olduğu ve bireylere aşırı bir külfet yüklemediği sonucuna ulaşılmaktadır.
Anayasa"nın“Çalışma şartları ve dinlenme hakkı”başlıklı 50. maddesinin birinci ve üçüncü fıkralarında, kimsenin, yaşına, cinsiyetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılamayacağı ve dinlenmenin çalışanların hakkı olduğu belirtilmiştir. Dava konusu kural uyarınca mesai saatleri dışında çalışmak öğretim üyelerinin isteğine bağlı kılınmış olup öğretim üyelerinin mesai saatleri dışında çalışmaya zorlanmaları söz konusu değildir. Dolayısıyla kuralın dinlenme hakkına müdahale teşkil ettiği söylenemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 13., 17., 50., 56. ve 60. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
C- Kanun’un 12. Maddesiyle 2872 Sayılı Kanun’a Eklenen Geçici 3. Maddenin İncelenmesi
1- Anlam ve Kapsam
Dava konu kural ile belirli şartları taşımak kaydıyla bazı kamu yatırım projeleri ve bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesisler çevresel etki değerlendirmesinden (ÇED) muaf tutulmaktadır. Kural uyarınca 23.6.1997 tarihinden önce kamu yatırım programına alınan projelerden, kuralın Resmî Gazete’de yayımlandığı 29.5.2013 tarihi itibarıyla; planlama aşamasını geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya üretim ya da işletmeye başlamış olanlar ile belirtilen aşamalarda olan projelerin gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesisler ÇED uygulaması kapsamı dışına çıkarılmaktadır. Kuralda belirtilen yapı ve tesislerin ÇED uygulamasının kapsamı dışına çıkarılabilmesi için; 23.6.1997 tarihinden önce kamu yatırım programına alınmış olması ve kuralın Resmî Gazete’de yayımlandığı tarih olan 29.5.2013 tarihi itibarıyla belirli aşamaları geçmiş bulunması gerekmektedir.
2872 sayılı Kanun’un 2. maddesinde ÇED,“gerçekleştirilmesi plânlanan projelerin çevreye olabilecek olumlu ve olumsuz etkilerinin belirlenmesinde, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin, seçilen yer ile teknoloji alternatiflerinin belirlenerek değerlendirilmesinde ve projelerin uygulanmasının izlenmesi ve kontrolünde sürdürülecek çalışmaları ifade eder.”biçiminde tanımlanmıştır. ÇED, gerçekleştirilmek istenen ve çevre üzerinde önemli olumsuz etkileri olabilecek faaliyetler hakkında yetkili birimlerce onay verme ya da karar alma gibi herhangi bir işlem yapılmadan önce bunların çevresel etkilerinin araştırılarak önlenmesi amacına hizmet etmektedir. ÇED’in amacı, faaliyetlerin gelecekte yol açabileceği olumsuz çevresel etkileri önceden hesaba katmak suretiyle, çevre hukukunun en temel ilkesi olan önleyiciliğin gerçekleştirilmesini temin etmek ve karar vericilere yatırım ya da projenin çevreye etkilerini göstererek onların doğru karar vermelerini sağlamaktır.
Dava konusu kuralda yer alan“…planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya…” ibaresi, planlama aşamasını geçmiş olmakla birlikte henüz üretim ya da işletmeye başlamamış, ihale süreci başlayan ancak henüz tamamlanmayan kamu yatırım projelerini ve bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu yapı ve tesisleri ifade etmektedir. Kuralın belirtilen ibare dışındaki bölümünden ise artık ihale aşamasından ileri aşamaya geçerek üretim veya işletme faaliyetine başlamış olan kamu yatırım projeleri ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu yapı ve tesisler anlaşılmaktadır.
2- Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, ÇED kavramının, 2872 sayılı Kanun’un 10. maddesi ile çevre mevzuatına girmesine rağmen on yıl sonra çıkarılan yönetmelik ile uygulamaya başlandığı, ÇED Yönetmeliği’nde 1993-2013 yılları arasında yapılan değişiklikler ile bazı projelerin ÇED uygulamasından muaf tutulduğu, muafiyetin geçici maddelerle sağlandığı, 2872 sayılı Kanun’un amir hükümlerinin yönetmelik hükümleri ile sayısız kez bertaraf edilmeye çalışıldığı, yapılan düzenlemelerin Danıştay kararları ile kısmen ya da tamamen iptal edilmesine rağmen sıklıkla yapılan yönetmelik değişiklikleri ile muafiyet başlangıç tarihlerinin ve kriterlerinin farklılaştırılması ile muafiyet uygulamasına devam edildiği, bu şekilde Danıştay kararlarına da uyulmadığı, hatta ileriye dönük muafiyet hükümlerinin dahi düzenlendiği, muafiyete ilişkin Yönetmelik hükümlerine karşı dava açılması üzerine dava konusu kuralın düzenlenerek Danıştayın yargısal denetiminin önüne geçilmek istenildiği, kanunlara aykırı yönetmelik hükümlerinin çıkarılmasının hukuk devleti ilkesine uygun olmadığı, Devletin çevreyi koruma yükümlülüğünün yerine getirilmediği, kişilerin hukuki güvenliği ile maddi ve manevi varlığını geliştirme, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama haklarının ihlal edildiği, yargı kararlarının gerekçelerine ve uluslararası sözleşmelere uyulmadığı, idarenin önleyicilik görevinin yerine getirilmediği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 11., 17., 43., 44., 45., 56., 90., 138, 168. ve 169. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava konusu kural Anayasa’nın 13. maddesi yönünden de incelenmiştir.
Anayasa’nın 56. maddesinin birinci fıkrasında “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.” hükmüne yer verilmek suretiyle sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı güvenceye bağlanmıştır. Anılan maddenin ikinci fıkrasında, çevreyi geliştirmenin, çevre sağlığını korumanın ve çevre kirlenmesini önlemenin Devletin ve vatandaşların ödevi olduğu belirtilmiştir. Anayasa’nın 56. maddesinin gerekçesinde de vurgulandığı üzere, anılan maddeyle Devlete, vatandaşın korunmuş çevre şartlarında, beden ve ruh sağlığı içinde yaşamını sürdürmesini sağlamanın yanında, hem kirlenmenin önlenmesi hem de doğal çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gereken tedbirleri alma ödevi yüklenmiştir. 2872 sayılı Kanun’un, Anayasa’nın 56. maddesiyle Devlete yüklenen, çevre kirlenmenin önlenmesi, doğal çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gereken tedbirleri alma ödevinin ifası amacıyla çıkarıldığı anlaşılmaktadır.
Gerek yaşam hakkıyla gerekse sağlık hakkıyla olan yakın ilişkisi, bugünkü nesil kadar, hatta daha çok gelecek nesilleri ilgilendirmesi çevre hakkını günümüzde çok daha önemli hâle getirmektedir. Çevrenin kirlendikten ve bozulduktan sonra eski hâline getirilmesinin çok güç ve külfetli olması hatta kimi zaman mümkün olmaması nedeniyle, kalkınma ve ekonomik gelişme için yapılacak yatırım ve faaliyetlerin, doğayı tahrip etmeden ve çevreyi kirletmeden gerçekleştirilmesi; kirlenen çevrenin temizlenmesi veya bozulan çevrenin onarılması yerine, kirliliği ve bozulmayı önleyici tedbirlere ağırlık verilmesi gerekir. Bu bağlamda ÇED, kalkınma ve ekonomik gelişme için yapılacak yatırım ve faaliyetlerin, doğayı tahrip etmeden ve çevreyi kirletmeden gerçekleştirilmesinde kullanılan, karar verme sürecini etkileyen, dolayısıyla karar mercilerine, kararlarını sağlıklı bir şekilde verebilmeleri için seçenek üreten ve bu seçeneklerin olumlu ve olumsuz yönlerini saptayan bir yöntem olarak görülmektedir. Dolayısıyla, çevresel etkisi bulunan yatırımların çevrenin korunması amacına dayandığı anlaşılan ÇED uygulamasının kapsamı dışına çıkarılmasının sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına müdahale teşkil edeceği söylenebilir.
Dava konusu kuralla, 23.6.1997tarihinden önce kamu yatırım programına alınmış olup bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih (29.5.2013) itibarıyla planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya üretim veya işletmeye başlamış olan projeler ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesisler ÇED uygulamasının kapsamı dışında bırakılmıştır. Anılan projelerin ÇED uygulamasının kapsamı dışında bırakılması, bu faaliyetlerin gelecekte yol açabileceği olumsuz çevresel etkileri önceden değerlendirilerek çevre kirliliğinin ve tahribatının önlenmesi bakımından gereken tedbirlerin alınmasını engelleyeceğinden sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına müdahale niteliği taşıdığı açıktır.
Devlete yüklenen sürdürülebilir ekonomik kalkınmanın sağlanması ödevinin yerine getirilmesi amacıyla sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına müdahalede bulunulması mümkündür. Ancak bu müdahalenin, Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun ve ölçülü olması gerekir. Ölçülülük ilkesi, yasal önlemin öngörülen amaç için zorunlu ve amaca ulaşmaya elverişli olmasını, ayrıca amaç ve araç arasında hakkaniyete uygun bir dengenin bulunması gereğini ifade eder.
a- Maddede Yer Alan“…planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya…” İbaresi
Dava konusu kuralda yer alan“… planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya…” ibaresiyle, kuralın yürürlüğe girdiği 29.5.2013 tarihi itibarıyla henüz üretim ya da işletmeye başlamamış veya ihale süreci henüz tamamlanmayan kamu yatırım projelerinin ÇED uygulamasının kapsamı dışına çıkarılması öngörülmektedir.
İptali istenilen düzenleme ile öngörülen projelerde ÇED uygulamasından ayrılmayı gerektirecek haklı bir neden bulunmamaktadır. Belirtilen aşama yatırıma hazırlanma sürecini ifade etmektedir. Bu aşamada henüz yatırımlar hayata geçirilmemiş, üretim veya işletme safhası başlamamıştır. İhale süreci henüz tamamlanmamış yatırımların ÇED’e tabi tutulmasının, ciddi kamusal zararlara yol açması söz konusu değildir. Ayrıca bu safhada çevrenin kirlenmesi veya tahribatı bakımından geri dönülemez bir aşamaya gelinmemiştir. Bu aşamada, ilgili yatırım yönünden varsa olumsuz çevresel etkilerin önlenmesi ve/veya çevreye zarar vermeyen, hukuken ve çevresel açıdan kabul edilebilir bir düzeyde en aza indirilmesi için alternatif çözümler bulunmak üzere ÇED uygulaması yapılması mümkündür. Dolayısıyla henüz ihale süreci tamamlanmayan ve fiilen hayata geçirilmeye başlanmayan yatırımların, Anayasa’nın 56. maddesiyle Devlete yüklenin çevrenin korunması ödevinin bir gereği olduğu kabul edilen ÇED uygulamasının dışında tutulmasının zorunlu bir önlem niteliği taşımadığı sonucuna ulaşılmaktadır. Bu itibarla, kuralın yürürlüğe girdiği 29.5.2013 tarihi itibarıyla henüz üretim ya da işletmeye başlamamış veya ihale süreci henüz tamamlanmayan kamu yatırım projelerinin ÇED uygulamasının kapsamı dışına çıkarılmak suretiyle sağlıklı ve dengeli çevrede yaşama hakkına yapılan müdahalenin ölçülü olduğu söylenemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kuralda yer alan“… planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya…” ibaresi Anayasa’nın 13. ve 56. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
Kural, Anayasa’nın 13. ve 56. maddelerine aykırı bulunarak iptal edildiğinden, Anayasa’nın 2., 11., 17., 43., 44., 45., 90., 138., 168. ve 169. maddeleri yönünden ayrıca inceleme yapılmasına gerek görülmemiştir.
b- Maddenin“…planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya…” İbaresi Dışındaki Bölümü
Dava konusu kuralın“…planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya…” ibaresi dışındaki bölümüyle, 23.6.1997 tarihinden önce kamu yatırım programına alınan, 29.5.2013 tarihi itibarıyla üretim veya işletmeye başlamış projeler ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesislerin ÇED uygulamasının kapsamı dışına çıkarılması öngörülmektedir.
Bu projelerde ihale aşaması tamamlanmış, üretim veya işletme faaliyeti başlamıştır. Üretim ve işletme safhasına geçmiş proje ve yatırımların ÇED’e tabi tutulması, daha büyük kamusal zararların oluşmasına yol açabilecektir. ÇED’in temel amacı, faaliyetlerin olası olumsuz çevresel etkilerini ve olumsuz etkileri önleme yöntemlerini tespit etmek, bu tespitlere göre karar vericilerin yatırım konusunda doğru karar vermelerini sağlamak olduğuna göre, üretim veya işletme aşamasına geçilmiş yatırımlar yönünden ÇED uygulaması yapılmasının, çevrenin korunmasını, çevre kirliliğinin ve tahribatının önlenmesini sağlayamayacağı açıktır. Üretim veya işletme aşamasına geçilmesiyle çevreyi etkileyen birtakım yatırımlar da hayata geçirilmiş olmakta ve yapılacak ÇED uygulaması sonucu söz konusu yatırımın önemli çevresel etkilerinin bulunduğu kanaatine ulaşılsa dahi çevrenin eski haline döndürülmesi çoğu zaman mümkün olamayabilmektedir. Ayrıca bu gibi hallerde olumsuz çıkacak ÇED raporlarının gereğinin yerine getirilmesinin zorunlu tutulması, doğayı eski haline getiremeyeceği gibi, yapılan masrafların da boşa gitmesine ve kamu kaynaklarının heba olmasına yola açabileceğinden daha büyük kamusal zararlara neden olabilecektir.
Belirtildiği üzere ÇED’in temel amacı, faaliyetlerin olası olumsuz çevresel etkilerini ve olumsuz etkileri önleme yöntemlerini tespit etmek, bu tespitlere göre karar vericilerin yatırım konusunda doğru karar vermelerini sağlamaktır. Bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde ÇED’in yatırım ile ilgili planlama ve karar alma sürecinde etkin olduğu görülmektedir. Dava konusu kuralda ise karar aşaması geçmiş, üretim veya işletme aşaması başlamıştır. Bu anlamda kamu yatırım projesinde üretim veya işletmeyi durdurarak önceki aşamalara dönmenin, çevresel etkinin önceden belirlenmesi ve bu belirmeye göre çevreye olumsuz etkisi varsa önlem alınmasına katkısı olmayacaktır. Bununla birlikte faaliyette olan projenin çevreye olumsuz etkisi var ise Devletin denetim yapma ve denetim sonucunda yaptırım uygulama yükümlülüğü devam etmektedir. Belirtilen durumda olumsuz çevresel etkinin giderilmesi için başta 2872 sayılı Kanun olmak üzere yürürlükteki çevreye ilişkin mevzuatın uygulanması gerektiği açıktır.
Bugünkü ve gelecek kuşakların, sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına alan çevresel, ekonomik ve sosyal hedefler arasında denge kurulması esasına dayalı kalkınma ve gelişmeyi ifade eden sürdürülebilir kalkınmanın gerçekleştirilmesi, Devletin görevleri arasındadır. Kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlama ve insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlama ödevi Anayasa’nın 5. maddesiyle Devlete verilmiştir. Ekonomik ve mali olarak güçlü olmak Devletin bu ödevleri yerine getirmesinin en önemli koşulları arasındadır. Bu amaç için kalkınma ve ekonomik gelişmişliğin üst seviyelere çıkması gerekmektedir. Kalkınma ve ekonomik gelişme için kamu yatırımlarının ve bu yatırımlarda kullanılacak kaynakların olumlu ve verimli kullanmasının önemi açıktır. Kural kapsamındaki kamu yatırımları, istihdam, üretim veya işletmeye başlamış, diğer anlatımla ciddi mali kaynaklarla gerçekleştirilmiş ve artık ekonomiye katkı verir hâle gelmişlerdir. Bu yatırımların ekonomik ve sosyal hayata yaptıkları katkı ile çevreye zarar vermeleri durumunda faaliyetlerinin durdurulması dâhil olmak üzere ciddi yaptırımlara muhatap olabilecekleri birlikte değerlendirildiğinde, üretim veya işletmelerinden vazgeçilmesinin giderilmesi mümkün olan çevresel etkiden daha olumsuz etki yaratacağı söylenebilir.
Bütün bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde, 23.6.1997 tarihinden önce kamu yatırım programına alınan, 29.5.2013 tarihi itibarıyla üretim veya işletmeye başlamış projeleri ve bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesislerin ÇED uygulamasının kapsamı dışına çıkarılmasının, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına ölçüsüz bir müdahale teşkil etmediği sonucuna ulaşılmaktadır.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kuralın“…planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya…” ibaresi dışındaki bölümü Anayasa’nın 13. ve 56. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Osman Alifeyyaz PAKSÜT ile Zehra Ayla PERKTAŞ bu görüşe katılmamışlardır.
Kuralın Anayasa’nın 2., 11., 17., 43., 44., 45., 90., 138., 168. ve 169. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
V- YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİ
21.5.2013 tarihli ve 6486 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un;
A- 1-4. maddesiyle, 31.5.2006 tarihli ve 5510 sayılıSosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun73. maddesinin;
a- İkinci fıkrasının birinci cümlesindeki“bir”ibaresinin“iki”şeklinde değiştirilmesine,
b-Üçüncü fıkrasına eklenen cümlelere,
2-12. maddesiyle, 9.8.1983 tarihli ve 2872 sayılı Çevre Kanunu’na eklenen geçici 3. maddenin“…planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya…”ibaresi dışında kalan bölümüne,
yönelik iptal istemleri, 3.7.2014 tarihli ve E.2013/89, K.2014/116 sayılı kararla reddedildiğinden, bu cümlelere, bölüme ve değişikliğe ilişkin yürürlüğün durdurulması istemlerinin REDDİNE,
B- 12. maddesiyle 2872 sayılı Kanun’a eklenen geçici 3. maddede yer alan“…planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya…”ibaresine ilişkin yürürlüğün durdurulması isteminin, koşulları oluşmadığından REDDİNE,
3.7.2014 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.
VI- SONUÇ
21.5.2013 tarihli ve 6486 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un;
A-4. maddesiyle, 31.5.2006 tarihli ve 5510 sayılıSosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun73. maddesinin;
1- İkinci fıkrasının birinci cümlesindeki“bir”ibaresinin“iki”şeklinde değiştirilmesinin,
2-Üçüncü fıkrasına eklenen cümlelerin,
Anayasa’ya aykırı olmadıklarına ve bu cümlelere ve değişikliğe ilişkin iptal istemlerininREDDİNE,OYBİRLİĞİYLE,
B-12. maddesiyle, 9.8.1983 tarihli ve 2872 sayılı Çevre Kanunu’na eklenen geçici 3. maddenin;
1-“…planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya…”ibaresinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE, OYBİRLİĞİYLE,
2- Kalan bölümünün Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, Osman Alifeyyaz PAKSÜT ile Zehra Ayla PERKTAŞ’ın karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
3.7.2014 tarihinde karar verildi.
Başkan Haşim KILIÇ |
Başkanvekili Serruh KALELİ |
Başkanvekili Alparslan ALTAN |
Üye Serdar ÖZGÜLDÜR |
Üye Osman Alifeyyaz PAKSÜT |
Üye Zehra Ayla PERKTAŞ |
Üye Recep KÖMÜRCÜ |
Üye Burhan ÜSTÜN |
Üye Engin YILDIRIM |
Üye Nuri NECİPOĞLU |
Üye Hicabi DURSUN |
Üye Celal Mümtaz AKINCI |
Üye Erdal TERCAN |
Üye Muammer TOPAL |
Üye Zühtü ARSLAN |
Üye M. Emin KUZ |
Üye Hasan Tahsin GÖKCAN |
KARŞIOY YAZISI
6486 sayılı Kanun’la 2872 sayılı Çevre Kanunu’na eklenen Geçici Madde 3’le, 23/6/1997 tarihinden önce kamu yatırım programına alınmış olup, Kanun’un (6486) yürürlüğe girdiği tarih itibariyle planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya üretim veya işletmeye başlamış olan projeler ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesislerin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) kapsamı dışında tutulması öngörülmüştür.
Maddenin“…planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya…”bölümünün iptaline oybirliğiyle karar verilmiş ise de maddenin kalan bölümünün de aşağıdaki nedenlerle Anayasa’ya aykırıdır:
Maddenin iptal edilen ibare dışındaki bölümü, ihale aşaması geçmiş ve üretim veya işletmeye başlamış olan projeleri kapsamakta, bunları ÇED’den muaf tutmaktadır.
Çoğunluk düşüncesi, kamu kaynakları kullanılarak yapılıp üretime geçen ve milli ekonomiye katkı sağlamakta olan yatırımların çevresel nedenlerle faaliyetlerinin durdurulması veya yaptırımlarla karşılaşmasının, olumsuz çevresel etkilerden daha sakıncalı olacağı varsayımına dayanmaktadır. Bu düşünce kabul edildiğinde, ölümcül çevresel etkileri olabilecek olsa dahi bir kez tamamlanıp işletmeye başlamış bulunan yapı ve tesislerin işletilmesiyle elde edilecek ekonomik kazançların sağladığı kamu yararı, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını korumaya yönelik kuralların sağladığı kamu yararına üstün tutulabilecektir.
Anayasa’nın 56. maddesinde belirtilensağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı,Anayasa Mahkemesinin 21.7.2012 tarihli ve 28360 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Esas:2011/110, Karar:2012/79 sayılı kararında isabetle vurgulandığı üzere,“…getirilecek kuralın,ekonomik, bürokratik ve fiili yükümlülüklere yol açacağı ve üretim faaliyetlerinin etkileneceği gerekçeleriyle vazgeçilecek haklardan değildir” .
Anayasa Mahkemesinin önceki kararında da belirtildiği üzere herkesin sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını koruma ödevi altında bulunan Devletin, vatandaşların sağlıklı yaşam hakkını ekonomik çıkarlarla takas etme hak ve yetkisi bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle Anayasa’nın 56. maddesine aykırı olan cümlenin geri kalan bölümünün de iptali gerekir.
Üye Osman Alifeyyaz PAKSÜT |
KARŞIOY GEREKÇESİ
21.5.2013 günlü, 6486 sayılı Kanun’un 12. maddesi ile 9.8.1983 günlü 2872 sayılı Çevre Kanunu’na eklenen geçici 3. madde de “23/61997 tarihinden önce kamu yatırım programına alınmış olup, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibariyle planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya üretim veya işletmeye başlamış olan projeler ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesisler Çevresel Etki Değerlendirilmesi kapsamı dışındadır.” denilmektedir.
Anayasa’nın 56. maddesinin birinci ve ikinci fıkrasında “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.” hükmü yer almaktadır. Sözü geçenmaddenin gerekçesinde, vatandaşın korunmuş çevre şartlarında, beden ve ruh sağlığı içinde yaşamını sürdürmesini sağlamanın Devletin ödevi olduğu, Devletin hem kirlenmenin önlenmesi hem de tabiî çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gereken tedbirleri alması gerektiği belirtilmiştir.
Madde de sosyal haklar arasında “çevre hakkı” düzenlenmekte ve bu hakkın kullanılmasında herhangi bir sınırlama bulunmamaktadır. Bilindiği gibi çevre hakkı yaşam hakkı ile yakından ilgili olup bugünkü kuşakları olduğu kadar gelecek kuşakları da ilgilendiren bir haktır.
Çevre Kanununda“çevresel etki değerlendirmesi,”gerçekleştirilmesi plânlanan projelerin çevreye olabilecek olumlu ve olumsuz etkilerinin belirlenmesinde, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin, seçilen yer ile teknoloji alternatiflerinin belirlenerek değerlendirilmesinde ve projelerin uygulanmasının izlenmesi ve kontrolünde sürdürülecek çalışmaları ifade ettiği,“Sürdürülebilir çevre” ise gelecek kuşaklara ihtiyaç duyacağı kaynakların varlık ve kalitesini tehlikeye atmadan bugünü ve gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin sosyal ekonomik fiziki vb. gibi korunması ve geliştirmesi sürecini kapsadığı şeklinde tarif edilmiştir.
Günümüzde çevrenin kirlendikten veya bozulduktan sonra eski hale getirilmesinin çok külfetli olması, hatta kimi durumlarda olanaksız bulunması nedeniyle, kirlenen çevreyi temizleme veya bozulan çevreyi onarma yerine, olumsuz etkileri baştan önlemenin yöntemleri aranmaktadır. ÇED, kalkınma ve ekonomik gelişme için yapılacak yatırım ve faaliyetlerin, doğayı tahrip etmeden ve çevreyi kirletmeden gerçekleştirilmesinde kullanılan yöntemlerden birisidir. ÇED ile korunmaya çalışılan temel unsur, çevre ve bu çevre içerisindeki varlıklardır.
ÇED kapsamı dışında tutulan proje ve faaliyetlerin, biyolojik çeşitlilik üzerinde ya da doğada değişiklikler meydana getirebileceği, bu değişikliklerin uzun dönemli etkilerinin olabileceği, bu nedenle çevre için riskler taşıdığı açıktır. Bu açıdan kural kapsamındaki proje ve faaliyetlerde, mevcut risklerin ortadan kaldırılabilmesi ve önlenebilmesi için ÇED’in öngörülmesi, Anayasa’nın 56. maddesinde Devlete verilen çevrenin korunması yükümlülüğünün bir gereğidir.
Dava konusu kuralda çevresel olarak ciddi ve geri dönülemeyecek etki bırakabilme ihtimali olan bazı kamu proje ve faaliyetlerinin çevresel etki değerlendirilmesi kapsamı dışında tutulması Anayasa’nın 56. maddesine aykırıdır.
Açıklanan nedenle kuralın iptali gerektiği düşüncesi ile çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
Üye Zehra Ayla PERKTAŞ |