Esas No: 2005/4-300
Karar No: 2005/302
Karar Tarihi: 04.05.2005
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2005/4-300 Esas 2005/302 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
Mahkemesi : Ankara 24. Asliye Hukuk Mahkemesi
Günü : 17.12.2003
Sayısı : 447-869
Taraflar arasındaki “manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Asliye 24. Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 19.2.2002 gün ve 2001/558-2002/94 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4.Hukuk Dairesinin 24.2.2003 gün ve 2002/1301-2003/1693 sayılı ilamı ile,
(...Dava, yayın yoluyla kişilik haklarının saldırıya uğradığı savına dayanmaktadır. Diğer bir anlatımla dava, yapılan yayında yer alan açıklamaların kişilik değerlerine saldırı içerdiği ve böylece hukuka aykırı olduğu ileri sürülmüştür. Böyle bir uyuşmazlığın çözüme kavuşturulmasında, genel durumlardaki hukuka aykırılık teşkil eden eylemlerden farklı bir yöntemin izlenmesi ve ayrı ölçütlerin koşul olarak aranması gerekmektedir.
Bunun nedeni, Anayasanın 28. maddesindeki basının özgür olduğu güvencesine ve bu ilkeyi güçlendiren 5680 sayılı Basın Yasasının 1.maddesindeki düzenlemedir. Bu düzenlemede basının özgürce yayın yapmasının güvence altına alındığı görülmektedir. Basına sağlanan güvencenin nedeni; toplumun sağlıklı, mutlu ve güven içinde yaşayabilmesi içindir. Bunun için de kişinin, dünyada ve özellikle içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve toplumu ilgilendiren konularda bilgi sahibi olması ile olanaklıdır. Diğer bir anlatımla basın, olayları izleme, araştırma, değerlendirme, yayma ve böylece kişileri bilgilendirme, öğretme, aydınlatma, yönlendirme yetki ve sorumluluğuna sahiptir. Bunun içindir ki basının yayın yaparken, yaptığı yayından dolayı hukuka aykırılık teşkil edecek, olan eylemi, genel olaylardaki hukuka aykırı olan eylemden farklılıklar taşır. İşte bu farklılık ve ayrık durum gözetilerek yapılan yayının hukuka aykırılık veya uygunluk sınırı belirlenmelidir. Basın dışı bir olaydaki davranış biçiminin hukuka aykırılık oluşturduğu kabul edildiği durumlarda, basın yoluyla yapılan bir yayındaki olay hukuka aykırılık oluşturmayabilir. İşte basının bu nedenle ayrı bir konumu bulunmaktadır.
Ne var ki basının bu ayrıcalık taşıyan konumu ve özgürlüğü, tüm özgürlüklerde olduğu gibi sınırsız değildir. Bundan dolayıdır ki, yayınlarında kişilik haklarına saygı göstermesi ve gerek Anayasanın Temel Hak ve Özgürlükler bölümünde yer alan ve gerekse MK.nun 24 ve 25 maddesinde ve yine özel yasalarda güvence altına alınmış bulunan kişilik haklarına saldırıda bulunmaması da yasal ve hukuki bir zorunluluk ve gerekliliktir.
Açıklanan bu yasal düzenlemelerden ve yargısal uygulamalardan da anlaşılacağı üzere, basının özgürlüğü ile kişilerin, kişilik değerlerinin karşı karşıya geldiği, diğer bir anlatımla, hukuk düzenince koruma altına alınan yararların birbirine karşı çatışma içinde bulundukları biçiminde bir görünümün var olduğu kanısı uyanmaktadır.
Halbuki hukuk düzeninin, çatışan iki değeri aynı zamanda koruma altına alması düşünülemez. Aksi halde hukukun kendisi, kendi kuralları ile çatışmış olur. Aslında, yapılan düzenleme, hukukun diğer temel kavramları ile birlikte incelendiğinde, iki yararın aynı anda ve aynı olayda birbiri ile çatışmadıkları, somut olaydaki olgular itibariyle koruma altına alınmış bulunan bu iki değerden birinin diğerine üstün tutulması gerektiği anlaşılacaktır. Bunun sonucunda da, daha az üstün olan yarar, daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında, o olayda ve o an için hukuk düzenince korumasız kalmasının uygunluğu kabul edilecektir.
Bunun için temel ölçüt, kamu yararıdır. Diğer bir anlatımla yayın, salt toplumun yararı gözetilerek
yapılmalıdır. Toplumun çıkarı dışında hiçbir kişisel çıkar, gerçeklerin yanlış olarak sunulmasına neden olmamalıdır. Haber olduğu biçimi ile verilmeli ve kişisel katkı yer almamalıdır. Gerek yazılı ve gerekse
görsel basının bu işlevini yerine getirirken, özellikle yayının gerçek olmasını, yayında kamu yararı bulunmasını, toplumsal ilginin varlığını, konunun güncelliğini ve haber verilirken özle biçim arasındaki dengeyi de korumalıdır. Bu ilke ve kurallar gözetilmeden yapılan yayın hukuka aykırılığı oluşturur ve böylece kişilik hakları saldırıya uğramış olur. Aksi bir yayının ise, gerek Anayasa ve Basın Yasası ve gerekse basının genel işlevi karşısında hukuka uygun olduğu, kişilik değerlerine saldırı teşkil etmediği kabul edilmelidir.
Yine basın, objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle yayın yapmalıdır. O an için o olay veya konu ile ilgili olan, görünen bilinen her şeyi araştırmak, incelemek ve olayları olduğu biçimi ile yayınlamalıdır. Bu işlevi ile gerek yazılı ve gerekse görsel basın, somut gerçeği değil, o anda belirlenen ve var olan ve orta düzeydeki kişilerce de yayının yapıldığı biçimi ile kabul edilen olguları yayınlamalıdır. O anda ve görünürde var olup da sonradan, gerçek olmadığı anlaşılan olayların ve olguların yayınından basın sorumlu tutulmamalıdır.
Dosyadaki bilgi, belge ve anlatımlar ile dava konusu yayın incelenip değerlendirildiğinde; yayının içerdiği sözcükler ve üslubu itibariyle hukuka uygunluğu kabul edilse bile, gazetenin ilk sayfasında ve davacının resmi de verilerek yayın yapıldığı davacının nereden denize gireceği konusunda açıklama yaptığı belirtilen kişilerin kimliklerinin yayında açıklanmadığı gibi yargılama sırasında da bildirilmediği, bu itibarla hayali kişilerin davacının nereden denize gireceği konusuna ilişkin olarak somut bilgi içermeyen yorum, tahmin ve açıklamaların habere konu edildiği bu konu ile açıklamaların kamuoyuna aktarılmasında bir kamu yararı bulunmadığı, diğer bir anlatımla yayının haber değeri taşımadığı, nitekim davalı yanın da yayının haber amaçlı değil, magazin amaçlı olduğunu savunduğu, oysa davacının magazinsel anlamda değil köşe yazarlığı ve politikacı kimliği taşıdığı, kişilerin hangi kimliği taşırsa taşısın özel yaşamlarının yayınlanmasında hukuka aykırılık bulunduğu, şu durum karşısında yayının davacının kişilik hakkına saldırı oluşturduğu sonuç ve kanaatine varılmıştır. Bu nedenle mahkemece davalının sorumluluğuna karar verilmesi gerekirken davanın reddedilmesi bozmayı gerektirmiştir...)
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN: Davacı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, yayın yoluyla kişilik haklarına saldırı iddiasına dayalı, manevi tazminat istemine ilişkindir.
1-ÖN SORUN: Hukuk Genel Kurulu’ndaki görüşme sırasında, işin esasına girişilmeden önce, davacı vekilinin direnme kararını süresi içerisinde temyiz etmiş olup olmadığı, ön sorun olarak incelenmiştir.
Ön sorunun konusunu oluşturan olgu şudur: Davanın reddine yönelik 17.12.2003 günlü direnme kararı davalılar vekiline posta yoluyla 12.5.2004 günü tebliğ edilmiştir. Davacı vekiline direnme kararının tebliğiyle ilgili olarak ise, dosyada, aynen “Mahkeme kaleminde masrafsız davacıya tebliğ edildi. Av. M. R. K. ifadesini taşıyan, ismin altında imzanın da yer aldığı örnek 25 tebliğ belgesi bulunmaktadır. Belgedeki bu ibarede ve belgenin başka herhangi bir yerinde tarih yoktur. Keza, hükmü tebliğ eden mahkeme görevlisinin adı ve unvanı da belgede yazılı değildir.
Mahkeme Yazı İşleri Müdürü, Zabıt Katibi ve Mübaşir tarafından imzalanan, davacı vekili Av. R. K. nin de adının yazılı olduğu ancak imzasının bulunmadığı 27.1.2005 günlü “Tutanak” başlıklı belgede ise, aynen “Mahkememizin 2003/447 esas sayılı dosyası 17.12.2003 tarihinde karara çıkmış, Davacı vekili 30.04.2004 tarihinde masraf vererek davalıya tebligat çıkarılmış olup, aynı gün masrafı ödeyen aynı vekile aynı anda Mahkeme kaleminde mahkeme mübaşiri tarafından tebligat yapılmıştır. Ancak davacı vekillerinden Av. R. K.bizzat mahkememize gelerek dosyayı incelediğinde kesinleşme şerhini görünce 30.04.2004 tarihli mahkeme kaleminde bizzat alınan tebligattaki imzanın kendisine ve hukuk bürosunda çalışan diğer avukatlara ait olmadığını beyanla imzaya itiraz etmesi üzerine kimlik görülmek sureti ile Av. R.K.ye tekrar 27.01.2005 tarihinde tebligat yapılmıştır. İş bu tutanak okunarak birlikte imza altına alınmıştır.” Şeklinde açıklama yapılmıştır.Davacı vekilleri Av. R. K.ve Av. M.F.A. tarafından verilen temyiz dilekçesi hakim tarafından 31.1.2005 günü havale edilmiş, temyiz harcı da aynı günlü makbuzla ödenmiştir. Dosya gönderme formunda da, direnme kararının davacı vekiline tebliğ tarihi 27.1.2005 olarak yazılmıştır.
Bu durumda, direnme kararının davacı vekiline hangi tarihte tebliğ edilmiş sayılacağı, dolayısıyla 27.1.2005 günlü temyiz dilekçesinin yasal süresi içerisinde verilmiş olup olmadığı konusunda; davacı vekillerinden Av. M. R. K.ye kalemde tebligat yapıldığına ilişkin bir ifadeyi ve inkar edilen imzayı taşıyan; tarihsiz olup, sonradan düzenlenen 27.1.2005 günlü tutanakta tarihinin 30.4.2004 olduğu açıklanan tebliğ belgesinin mi, yoksa, anılan tutanakta talebi üzerine davacı vekiline kalemde yeniden 27.1.2005 tarihinde yapıldığı açıklanan tebligatın mı esas alınacağı ön sorun olarak değerlendirilmiş ve şu sonuca varılmıştır.
Hukuk ve Ticaret Mahkemeleri Yazı İşleri Yönetmeliğinin “İlamların tebliği ve tevdii” başlıklı 52. maddesi “Kalem Şefi veya Muavini ilamları taraflara tebliğ eder. İlam, vekille takip edilen davalarda taraflardan birinin vekilinin müracaatı üzerine vekile, aksi takdirde asile Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 392 nci maddesindeki esaslara uygun şekilde makbuz mukabili verilir. Bu makbuzun tarih ve sayısı da esas defterinin mahsus sütununa kaydolunur.” hükmünü taşımaktadır.
Anılan tarihsiz tebliğ belgesi, tebliğ edenin adının ve görevinin yazılı olmaması nedeniyle, yukarıdaki Yönetmelik hükmü anlamında, davacı vekiline direnme hükmünün usulüne uygun şekilde tebliğine ilişkin bir belge olarak kabul edilemez. Tebliğ işleminin mübaşir tarafından yapıldığının sonradan düzenlenen 27.1.2005 günlü tutanakta belirtilmiş olması ise, gerek sözkonusu Yönetmelik hükmü ve gerekse orada atıf yapılan Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 392. maddesinde açıkça Yazı İşleri Müdüründen söz edilmiş olması karşısında, bu sonuca etkili değildir. Öte yandan, esas defterinin ilgili sütununa bu yönde kayıt düşüldüğüne dair, dosyada herhangi bir açıklamaya da rastlanılmamıştır.
Bu durumda, içeriği yukarıda açıklanmış olan tarihsiz tebligat belgesinin, davacı vekiline direnme hükmünün usulüne uygun şekilde tebliğine ilişkin bir belge olarak kabulü mümkün değildir. Dolayısıyla direnme kararının davacı vekiline 27.1.2005 günlü belge ile tebliğ edilmiş olduğunun kabulü gerekir. Bu tebliğ tarihine göre ise, temyiz dilekçesi yasal süre içerisinde verilmiş olduğundan işin esasının incelenmesine geçilmiştir.
2. ESASA İLİŞKİN İNCELEME:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, mahkeme kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanması gerekir.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA gerekli temyiz ilam harcı peşin alınmış olduğundan başkaca harç alınmasına mahal olmadığına 04.05.2005 gününde oyçokluğuyla karar verildi.