Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2011/2997 Esas 2011/8015 Karar Sayılı İlamı

Abaküs Yazılım
1. Hukuk Dairesi
Esas No: 2011/2997
Karar No: 2011/8015
Karar Tarihi: 07.07.2011

Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2011/2997 Esas 2011/8015 Karar Sayılı İlamı

1. Hukuk Dairesi         2011/2997 E.  ,  2011/8015 K.

    "İçtihat Metni"

    MAHKEMESİ : SİNOP ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
    TARİHİ : 18/01/2011
    NUMARASI : 2008/544-2011/26

    Taraflar arasında görülen davada;
    Davacılar, davalı ile kayden paydaşı oldukları 55 ada 81 parsel sayılı taşınmaza bina yapımı konusunda anlaştıklarını, bunun için gerekli işlemleri yapmak üzere davalıyı vekil kıldıklarını, inşaata başlandıktan sonra arka tarafta komşu 67 parsel sayılı taşınmazla birleştirme zorunluluğu ortaya çıkınca anılan parselin bedeli birlikte karşılanarak edinildiğini, davalının vekalet görevini kötüye kullanarak 67 parseli adına tescil ettirdikten sonra 81 parselle tevhit ve ondan sonra yola terk işlemi yaparak taşınmazdaki paylarının azalmasına yol açtığını ileri sürerek, tevhit ile oluşan 55 ada 82 parselin tapu kaydının iptali ile ¼’er paylı olarak adlarına tesciline karar verilmesini istemişlerdir.
    Davalı, iddiaların doğru olmadığını, dava konusu taşınmazda tevhit ve yola terk işlemlerinin usul ve yasaya uygun olarak yapıldığını, davacıların 67 parselin alımına ve taşınmazdaki binanın yapımına maddi katkılarının olmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
    Mahkemece, davacılar iddiasının sabit olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
    Karar, davacılar tarafından süresinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 07.07.2011 Perşembe günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden vekili Avukat M.E. temyiz edilen asil N. E. geldiler, duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekilin ve asilin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:Davacılar, 55 ada 81 parsel sayılı taşınmazda davalı ile paydaş olduklarını, anılan taşınmaza bina yapımı konusunda anlaşıp, işlemleri takip etmesi için davalıya vekaletname verdiklerini, bu süreçte komşu 67 parselin alınmasının gündeme gelip davalının vekalet görevini kötüye kullanarak 67 parseli kendi adına aldığını, inşaatın ortak harcama ile tamamlanmasından sonra 81 ve 67 parselleri önce tevhit, sonra yola terk işlemi yapmak suretiyle 82 parselin adlarına tescil edildiğini, anılan işlemler sırasında da vekalet görevi kötüye kullanılarak taşınmazdaki paylarının azalmasına yol açıldığını ileri sürerek tapu iptali ve tescil isteğinde bulunmuşlardır.
    İddianın ileri sürülüş biçimi ve içeriğinden, 67 parsel sayılı taşınmazın satın alınması bakımından inançlı işlem iddiasına, diğer tüm işlemler yönünden ise, vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayanıldığı açıktır. Mahkemece, iddianın ispat edilemediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
    Dosya içeriğinden, toplanan delillerden; çekişme konusu 55 ada 44 ve 45 parsel sayılı taşınmazları davacılar ve davalının 02.12.2003 tarihinde cebri satış suretiyle paylı mülkiyet üzere edindikleri, anılan taşınmazların 24.06.2004 tarihinde tevhidi suretiyle 55 ada 81 parsel sayılı taşınmazın taraflar adına tescil olunduğu ve 4.95. m2"lik kısmın ise yola terk edildiği, 01.10 2004 tarihinde 81 parselde bina yapımı için N.E.ve müşterekleri adına ruhsat alınıp inşaata başlandığı, davalının ise 12.10.2004 tarihinde 55 ada 67 parseli dava dışı üzüncü kişilerden satış suretiyle edindiği, 19.04.2006 tarihinde ise, 55 ada 81 ve 67 parsellerin tevhidi yapılarak 55 ada 82 parselin taraflar adına yine paylı mülkiyet üzere tescil olunduğu, 82 parsel sayılı taşınmazın 302.94 m2.nin ise yola terk edildiği, 20.04.2006 tarihinde ise 82 parsel bakımından inşaat ruhsatı alındığı, işlemlerin davalı ve dava dışı C.T. tarafından vekaleten yapıldığı, davacıların bu dönemlerde davalıya para havale ettikleri anlaşılmaktadır.
    Bu durumda, öncelikle çözümlenmesi gereken sorun, inançlı işlem iddiasına konu olan 67 parsel sayılı taşınmazın üçüncü kişilerden satın alınması sırasında satış bedelinin ödenmesine gerçekten davacıların katılıp katılmadıkları, daha ileri bir söyleyişle davacılar ile birlikte satın alınmasına karşın yalnızca davalı adına kayıt oluşturulduğu iddiasının açıklığa kavuşturulmasıdır.
    Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
    Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
    Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
    Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
    Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
    Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873.maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
    Öte yandan, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (Borçlar Kanunu mad. 81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19. ve 20.maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
    İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ifa uğruna edim” olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Medeni Hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
    İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
    Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
    Bu tür uyuşmazlıklarda sorun, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı inançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
    Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
    Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötü niyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamıyacağı, zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
    İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirile gelmektedir.
    Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan,mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir.Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
    İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
    Somut olayda, davacılar 67 parsel sayılı taşınmazı davalı ile birlikte satın aldıklarını bildirmişler ve dosyaya o tarihlere ve müteakip tarihlere rastlayan ve davalıya para gönderildiğine dair banka dekontları ibraz etmişlerdir. Bunun dışında davacı tarafça 05.02.1947 tarih, 20/6 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı uyarınca bu tür bir iddianın yazılı delille kanıtlanması gerekeceği ve davacıların bu nitelikte bir yazılı delil sunamadıkları sabittir. Ancak, banka aracılığıyla davalının hesabına çeşitli tarihlerde ödemelerde bulunulduğu açık olup, taraflar arasındaki ilişki ve çekişmenin çözüme kavuşturulması bakımından iddianın yazılı belge ile ispatı gerekmekte ve fakat böylesine bir belgenin bulunmadığı anlaşılmakta ise de; davalının bankadaki hesabına yatırılan paralara ilişkin dekontların bu ilişki ile bağlantılı olduğunun saptanması halinde güçlü delil teşkil edeceği ve çekişmenin giderilmesinde göz ardı edilemeyeceği de tartışmasızdır.
    Ne var ki, mahkemece yukarıda sözü edilen banka dekontları bakımından bir değerlendirme yapılmadığı, yazılı delil başlangıcı veya güçlü delil teşkil edip etmeyeceği hususunun irdelenmediği, eksik tahkikatla yetinilmek suretiyle neticeye gidildiği, bu nedenle banka dekontlarının yazılı delil başlangıcı veya güçlü delil teşkil edip etmeyeceği yönünde gerekli araştırmanın yapılması, soruşturmanın eksiksiz tamamlanması, sonucuna göre bir karar verilmesi gerektiği kuşkusuzdur. Mahkemece, anılan belgelerin yazılı delil başlangıcı olarak nitelendirilmemesi durumunda davacının dilekçesinde vs. deliller demek suretiyle HUMK."nun 337 vd. maddelerinde düzenlenen yasal yemin deliline dayandığı gözetilerek bu delilin hatırlatılması zorunludur.
    Davacıların bu husustaki iddialarının kanıtlanması durumunda, 67 ve 81 parsel sayılı taşınmazların tevhidinden oluşan 82 parselde davacıların payı artacağından anılan husus açıklığa kavuşturulduktan sonra davalının vekalet görevini kötüye kullanıp kullanmadığı üzerinde durulup, tüm deliller birlikte değerlendirilip, varılacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken değinilen hususlar göz ardı edilerek yazılı olduğu üzere hüküm tesisi isabetsizdir.
    Davacıların temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerle HUMK."nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 03.10.2010 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz eden vekili için 825.00.-TL. duruşma avukatlık parasının temyiz edilenden alınmasına, 07.07.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

     

    Hemen Ara