Esas No: 2011/4420
Karar No: 2011/6652
Karar Tarihi: 02.06.2011
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2011/4420 Esas 2011/6652 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ : ANTALYA 8. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 15/09/2010
NUMARASI : 2008/438-2010/232
Taraflar arasında görülen davada;
Davacılar, miras bırakanları M... Ç...’ın 750 parsel sayılı taşınmazdaki payını vekili N... A... aracılığıyla davalı H...’a, onun da diğer davalıya satış suretiyle temlik ettiğini, murisin yaşlı ve hasta olup temliklerin yasal yollardan gerçekleşmediğini, vekaletnamede murisin imzasının yer almadığını, satış bedelinin ödenmediğini ileri sürerek tapu kaydının iptali ile miras payları oranında adlarına tesciline, olmadığı taktirde 10.500,00.-TL tazminatın tahsiline karar verilmesini istemişlerdir.
Davalı H.davanın reddini savunmuştur. Diğer davalı, yargılamaya katılmadığı gibi davaya cevap da vermemiştir.
Mahkemece, iddianın sabit olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Karar, davacılar tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp, düşünüldü.
Davacılar, miras bırakan M... Ç... Mirasçıları olduklarını, muris adına kayıtlı olan 750 parsel sayılı taşınmazdaki 43255/614312 payın vekil N... E.. vekilin kardeşi davalı H...’a, ondan dava dışı M... B...’a, ondan da davalı Şadi’ye satış suretiyle temlik edildiğini, vekaletnamedeki imza ve yazının murise ait olmadığını, işlemlerin sahtecilik suretiyle gerçekleştirildiğini, miras bırakanın satış iradesi olmadığını ileri sürerek iptal ve tescil isteğinde bulunmuşlardır.
Mahkemece, dava konusu taşınmaz payının resmi belge olan vekaletname kullanılarak satışa konu edildiği, vekaletnameyi düzenleyen noter ile ilgili açılmış bir dava olmadığı, anılan belge altındaki imzanın murise ait olup olmadığı yönünde bir inceleme yapılamayacağı, işlemlerin geçerli olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
İddianın ileri sürülüş biçimi ve içeriği itibariyle davada, satışa konu vekaletnamenin sahte olduğu iddiasına dayanıldığı gibi, vekaletnamenin sahte olmadığının anlaşılması durumunda ayrıca vekaletin kötüye kullanıldığı iddiasına da dayanıldığı anlaşılmaktadır.
Mahkemece, sahtecilik iddiası konusunda yeterli araştırma yapılmadığı gibi, vekaletin kötüye kullanılması sebebi üzerinde ise hiç durulmamıştır.
O halde, sahtecilik iddiasının açıklığa kavuşturulması bakımından öncelikle ilgili şahsın (miras bırakanın) ölmüş olması nedeniyle sağılığında çeşitli resmi ve özel kurumlarda bulunan imza ve yazılarını havi belgelerin temini ile dosyanın kül halinde Adli Tıp Kurumu Başkanlığına gönderilmesi, Fizik ve Grafoloji İhtisas Kurulundan vekaletnamenin altındaki imza ve yazının murise ait olup olmadığı hususlarında rapor alınması, böylece imza ve yazının murisin eli ürünü olup olmadığının saptanması zorunludur.
Dosya kapsamı ile, anılan belgenin (vekaletnamenin) sahte olmadığı sonucuna varılması durumunda ise, tüm taraf delillerinin vekaletin kötüye kullanılması hukuksal nedeni bakımından değerlendirilmesi zorunlu olacaktır.
Bilindiği üzere; Borçlar Kanununun temsil ve vekalet bağıtını düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.
Borçlar Kanununda sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 390/2 maddesinde "vekil, müvekkiline karşı vekaleti hüsnüniyetle ifa ile mükelleftir..." hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi,ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu gözardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin birinci fıkrası uyarınca sorumlu olur.
Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi Medeni Kanunun 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.
Ne varki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, Medeni Kanunun 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.
Somut olayda; çekişme konusu 750 parsel sayılı taşınmazın 43255/614312 payının miras bırakan M... adına kayıtlı iken 03.04.2007 tarihli vekaletname kullanılarak vekil N... A... tarafından 01.05.2007 tarihli akitle davalı Hasan’a, ondan 03.05.2007 tarihli akitle dava dışı M... B...’a, ondan da, 30.05.2008 tarihli akitle davalı Şadi’ye satış suretiyle temlik edildiği anlaşılmaktadır.
Mahkemece, çekişmeye konu edilen taşınmaz payının satış tarihi gerçek değerleri saptanmamış, ilgili kişilerin Türk Medeni Yasasının 1023. maddesi koruyuculuğundan yararlanıp yararlanmayacağı üzerinde de durulmamıştır.
Hemen belirtilmelidir ki, Hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları satın aldıkları şeylerin ilerde kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları,dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle,alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla Medeni Kanunun 2.maddesinin genel hükmü yanında menkul mallarda 988 ve 989, tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023.maddesinin özel hükümleri getirilmiştir.
Öte yandan, bir devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır. İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş, bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış, iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş,değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarakta tapuya itimat edip, taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur.Belirtilen ilke M.K.nun 1023.maddesinde aynen "tapu kütüğündeki sicile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan 3 ncü kişinin bu kazanımı korunur" şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024.maddenin 1.fıkrasına göre "Bir ayni hak yolsuz olarak tesçil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken 3 ncü kişi bu tesçile dayanamaz" biçiminde öngörülmüştür.
Ne varki; tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin,iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Gerçekten bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse diğer yanda ise kendisi için maddi, hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır.
Bu nedenle yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta, şeklen iyi niyetli gözükeni değil, gerçekten iyiniyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması, bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Nitekim bu görüşten hareketle "kötü niyet iddiasının def"i değil itiraz olduğu,iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğin den (resen) nazara alınacağı ilkeleri 8.ll.l99l tarih l990/4 esas l99l/3 sayılı İnançları Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşlerde aynı doğrultuda gelişmiştir.
Hal böyle olunca; mahkemece, yerinde keşif yapılarak temlike konu payın temlik tarihindeki gerçek değerlerinin belirlenmesi, ondan sonra yukarıdaki ilke ve olgular doğrultusunda gerekli araştırma ve incelemenin yapılması, soruşturmanın eksiksiz tamamlanması, sonucuna göre bir hüküm kurulması gerekirken noksan soruşturma ile yetinilerek hatalı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm tesisi isabetsizdir.
Davacıların temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerle, HUMK."nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 02.06.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.