Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2012/9435 Esas 2012/15547 Karar Sayılı İlamı

Abaküs Yazılım
1. Hukuk Dairesi
Esas No: 2012/9435
Karar No: 2012/15547
Karar Tarihi: 20.12.2012

Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2012/9435 Esas 2012/15547 Karar Sayılı İlamı

1. Hukuk Dairesi         2012/9435 E.  ,  2012/15547 K.

    "İçtihat Metni"

    MAHKEMESİ : ERZURUM 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
    TARİHİ : 26/01/2012
    NUMARASI : 2011/103-2012/60

    Yanlar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece  davanın, reddine ilişkin olarak verilen karar davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;
    Davacı, 28.02.2011 havale tarihli dilekçesinde; kayden maliki olduğu 7 parsel sayılı taşınmazı dava dışı M. R. İ. ile aralarında düzenlenen 13.03.2009 tarihli "sözleşme" başlıklı belge uyarınca, geri alım hakkı tesis etmek suretiyle tapuda devir ettiğini, ancak borcunu ödeyemeyince bu defa davalı ile ayrı bir "protokol" başlıklı belgenin düzenlendiğini, bu protokole göre çekişmeye konu taşınmazın dava dışı M... R... İ... Tarafından 15.06.2009 tarihinde davalı Ş... Ö..."e devredildiğini, aynı gün geri alım hakkını bu defa terkin ettirdiğini, daha sonra davalı Ş... Ö..."ün yetkilendirdiği ve ortağı olan M... S... İ... İle 22.09.2010 tarihinde "Ö... Ltd. Şti. Ortaklık Şartları" başlıklı  belgenin düzenlendiğini, buna göre davalı Ş... Ö..."e olan borcun işletmeye ortak yapılarak ödendiğini, sözleşme gereği çekişmeye konu taşınmazın ve şirket hissesinin  devrinin yapılmadığını ileri sürüp, davalı adına olan kaydın iptali ile taşınmazın adına tesciline karar verilmesi isteğinde bulunmuştur.
    Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
    İddianın içeriğinden ve ileri sürülüş biçiminden davada inançlı işlem hukuksal nedenine dayanıldığı anlaşılmaktadır.
    Dava dilekçesinde; davacı tarafından çekişmeye konu 7 parselin dava dışı M... R... İ..."ye 13.03.2009 tarihinde satış biçiminde ve TMK"nun 736. maddesi uyarınca geri alım hakkı şerhi de havi olacak şekilde temlik edildiği, aynı tarihli "sözleşme" başlıklı harici belge düzenlendiği daha sonra 15.06.2009 tarihinde davalıya yine satış biçiminde temlik edildiği bu sırada davacının isteği ile geri alım hakkına ilişkin şerhin terkin edildiği ancak aynı tarihte de "protokoldur" başlıklı harici belgenin tanzim edildiği görülmektedir.
    Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin  hukuki  sebebini teşkil eder.
    Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan  hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
    Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
    Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç  sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
    Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak  satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
    Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur.  Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
    Öte yandan, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (6098 sayılı Borçlar Kanunu mad.97) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde  aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit  hükümleri de  Borçlar Kanununun  19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
    İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim"  olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi  içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin  yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir  düzenleme  olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin ,yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde  uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese  olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
    İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını  yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde,  taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
    Bilindiği üzere; uygulamada mesele,5.2.1947  tarih 20/6  sayılı İnançları Birleştirme kararı  ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle  çözüme gidilmektedir.
    Söz konusu kararda; eski hukuka göre  mümkün ve geçerli olan muvazaa ve  nam-ı müstear iddialarının,  Medeni Kanunun  yürürlüğünden sonra  taşınmaz mallar hakkında  dinlenip dinlenemeyeceği  tartışılmıştır.
    Anılan kararda; çeşitli sebep  ve amaçlarla bir taşınmaz  kaydına gerçek malik yerine  başka bir  nam ve bir sözleşmede akitlerden  biri yerine üçüncü  bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu,bu gibi hallerde  vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına  yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler”dışında,belirtilen  olasılıklara  göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya  mevcut bir hakka dayanarak  bir el değiştirme  veya  bir hakkın korunması  niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup,halefiyeti düzeltme amacıyla  öncelikle mülkiyetin  vekile aidiyeti  düşünülse bile,  temsil hükümlerine  aykırı olduğundan  bunun korunması  ve devamına hükmolunamıyacağı ,zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline  karşı muhtelif  borçlarını ifa edince  vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına  üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu
    düşünceyi  doğruladığı, öte yandan gerek taşınır,  gerek taşınmaz  mallara ilişkin  olsun  nam-ı  müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı,meselenin akitte ve isimde muvazaayı  kapsamına  alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin  kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna,hükmolunmuştur.
    İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear  için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da  kuşkusuzdur.Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi  açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.
    Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç  sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları  bağlayıcı, diğer yandan,mülkiyetin  naklinin sebebini  teşkil etmesi açısından  tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran  sözleşmelerdir.Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz  mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı  kabul edilmelidir.
    İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği  kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi  olarak adlandırılan  bu belgenin  sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir.Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı  satışlarına olanak  sağlamak anlamını  taşıyacağından  kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
    Somut olaya gelince; davacının geri alım hakkı ilk M. R. İ."ye karşı ileri sürülebilecek bir hak olup ikinci alıcı davalı Şevket"e yapılan satış sırasında bu hak terkin edilmiş ve davalı ile 15.06.2009 tarihinde inanç sözleşmesi düzenlenmiştir. Bu durumda, son alıcı davalıya karşı öngörülmüş ve sonradan vazgeçilmiş bir geri alım hakkı söz konusu değildir. Davacının geri alım hakkını terkin ettirmesinin kural olarak mülkiyet hakkına dayalı iptal ve tescil davası açmasına engel sayılmamaktadır.
    Hal böyle olunca; yukarıdaki ilkeler doğrultusunda araştırma ve inceleme yapılması, uyuşmazlığın 15.06.2009 tarihli protokol hükümleri çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğinde BK 81 (6098 sayılı BK"nun 97.mad.) maddesinin gözetilmesi, hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken aksine düşüncelerle davanın reddedilmesi doğru değildir.
    Davacının, temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK."nın 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 20.12.2012 tarihinde oybirliğiyle karar  verildi.

     

     

    Hemen Ara