Esas No: 2011/13523
Karar No: 2012/389
Karar Tarihi: 19.1.2012
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2011/13523 Esas 2012/389 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ : TARSUS 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 18/02/2011
NUMARASI : 2008/459-2011/76
Taraflar arasında görülen davada;
Davacı vasisi, eşi olan davacının akli dengesinin yerinde olmadığından yararlanan dava dışı B.. A.."ın borç para vererek karşılığında çekişme konusu . parsel sayılı taşınmazı satış vaadi sözleşmesi ile aldığını, borç ödendiği halde anılan şahsın açmış olduğu cebri tescil davası neticesinde taşınmazın B.. adına tescil edildiğini ve daha sonra muvazaalı temliklerle devredildiğini ve en son satış suretiyle davalının malik olduğunu ileri sürerek, tapu iptal ve davacı adına tescile karar verilmesini istemiştir.
Davalı, savunma getirmemiştir.
Mahkemece, taraflar arasında kesin hüküm bulunduğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
Karar, davacı vasisi tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi raporu okundu. Düşüncesi alındı. Dosya incelendi. Duruşma isteği dava değeri yönünden reddedildi. Gereği görüşülüp, düşünüldü.
Dava, tapu iptali ve kısıtlı adına tescil isteğine ilişkindir.
Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişme konusu .parsel sayılı taşınmazın kayden davalıya ait olduğu, davacı vasisinin sözkonusu parselin evveliyatta davacı eşine ait iken akli dengesinin yerinde olmadığından istifade eden dava dışı B.. A."ın borç para karşılığında satış vaadi sözleşmesi ile taşınmazı satın aldığını, borç ödendiği halde açılan cebri tescil davası neticesinde taşınmazın B.. adına tescil edildiğini, daha sonra muvazaalı temlikler yapılarak en sonunda davalının malik olduğunu ileri sürerek ve ehliyetsizlik hukuksal nedenine dayanarak eldeki davayı açtığı, mahkemece yapılan yargılama neticesinde, Tarsus 1. Asliye Hukuk Mahkemesi"nin 17.11.2008 tarihinde kesinleşen 11.07.2007 tarih, 2005/169 Esas, 2007/303 sayılı kararının kesin hüküm oluşturduğu gerekçesi ile kesin hüküm nedeniyle davanın reddine karar verildiği anlaşılmaktadır.
Öncelikle çözüme kavuşturulması gereken hususun HUMK"un 237. maddesinde (HMK"nın 303. maddesi) düzenlenen kesin hüküm oluşup oluşmadığı noktasında toplandığı kuşkusuzdur.
Bilindiği üzere; kesin hükmün varlığından sözedilebilmesi için tarafların dava konusunun ve dava sebebinin aynı olması gerekir. Bu unsurları taşıyan kesin bir hükmün bulunduğu hallerde aynı taraflar arasında aynı dava sebebine dayanılarak ve aynı konuda yeni bir dava açılamaz, açılırsa bu dava dinlenmez, dava şartı yokluğundan reddedilir.
Hemen belirtilmelidir ki, maddi anlamda kesinlik yalnız hüküm fıkrası içindir ve hüküm gerekçesinin kesin hüküm gücü yoktur.
Öte yandan; maddi anlamda kesin hüküm, yargısal (kazai) kararlara tanınan yasal gerçeklik (hakikat) vasfıdır. Bu vasıf yargısal (kazai) kararların gerçeğe (hakikata) uygun olarak verildiğinin kabul edilmesini zorunlu kılar. Kesin hüküm kuralı, haklı ve adil kararların korunması yanında, kişiler arasındaki çekişmelerin sonsuza dek davam etmesini önlemek, toplumun istikrar ve düzenini sağlamak, hukukun ve yargının güvenirliğini korumak amacıyla da kabul edilmiştir. Bütün yasal yollar kapandıktan ve verilen hüküm kesinleştikten sonra, aynı davanın tekrar yargı önüne getirilmesi, toplumda sonu gelmeyen çekişmelere, huzursuzluklara, istikrarsızlıklara, kazanılmış hakların her zaman ortadan kaldırılabileceği endişesine neden olur. Çelişkili kararların çıkmasına sebebiyet verir. Bu itibarla, tarafları, mevzuu ve sebebi aynı olan Devletin iştiraki, hakimin tarafsız araştırması ve iradesi ile kurulan, tüm yasal yollardan geçmek suretiyle; diğer bir anlatımla şekli yönüyle de kesinleşen önceki hükmün korunmasında kamunun büyük yararı bulunmaktadır.
Hukukumuzda kamu düzeninden sayılan ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 237. maddesinde düzenlenen (HMK"nın 303. maddesi) kesin hüküm tarafların anlaşmaları ile ortadan kaldırılamadığı gibi, mahkemece kendiliğinden (resen) gözönünde tutulur. Düzenlediği hak ve çıkar ilişkileri yönünden yasal gerçeklik (hakikat) sayıldığından taraflarını bağlar.
Somut olaya yukarıdaki ilkeler uyarınca bakıldığında; kesin hüküm oluşturduğu kabul edilen 2005/169 Esas, 2007/303 sayılı dava dosyası ile eldeki dava dosyasının müddeabihi ile tarafları aynı olmakla beraber, dava sebepleri farklıdır.
Dava sebebi, hukuki sebep olmayıp, davacının davasını dayandırdığı vakıalardır. Buna göre her iki davanın da dayandığı maddi vakıalar (olaylar) aynı ise, diğer iki koşulunda bulunması halinde kesin hükmün bulunduğundan söz edilebilir.
Davacı vasisi, eldeki davada kısıtlının akit tarihinde akli dengesinin yerinde olmadığı ve ehliyetsiz olduğu sebeplerine (vakıalarına) dayandığı halde kesin hüküm olduğu belirtilen davada bu sebeplerin ileri sürülmediği tartışmasızdır.
Öyle ise, davada kesin hükümden söz edilemez.
Ne var ki, Mahkemece işin esasına girilerek, ehliyetsizlik yönünden bir araştırma yapılmış değildir.
Bilindiği üzere; davranışlarının, eylem ve işlemlerinin sebep ve sonuçlarını anlayabilme, değerlendirebilme ve ayırt edebilme kudreti (gücü) bulunmayan bir kimsenin kendi iradesi ile hak kurabilme, borç (yükümlülük) altına girebilme ehliyetinden söz edilemez. Nitekim Medeni Kanunun “ fiil ehliyetine sahip olan kimse, kendi fiilleriyle hak edinebilir ve borç altına girebilir “ biçimindeki 9. maddesi hükmüyle hak elde edebilmesi, borç ( yükümlülük ) altına girebilmesi, fiil ehliyetine bağlamış. 10. maddesinde de, fiil ehliyetinin başlıca koşulu olarak ayırtım gücü ile ergin ( reşit ) olmayı kabul ederek “ ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan bir ergin kişinin fiil ehliyeti vardır. “ hükmünü getirmiştir. “Ayırtım gücü “ eylem ve işlev ehliyeti olarak ta tarif edilerek aynı yasanın 13. maddesinde “ yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk yada bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmayan herkes bu kanuna göre ayırt etme gücüne sahiptir.” denmek suretiyle açıklanmış, ayrıca ayırtım gücünü ortadan kaldıran önemli nedenlerden bazılarına değinilmiştir. Önemlerinden dolayı bu ilkeler, söz konusu yasa ile öteki yasaların çeşitli hükümlerinde de yer almışlardır.
Hemen belirtmek gerekir ki, Medeni Kanununun 15. maddesinde de ifade edildiği üzere, ayırtım gücü bulunmayan kimsenin geçerli bir iradesinin bulunmaması nedeniyle, kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere, yapacağı işlemlere sonuç bağlanamayacağından karşı tarafın iyi niyetli olması o işlemi geçerli kılmaz. (Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı 11.6.1941 tarih 4/21)
Yukarıda sözü edilen ilkelerin ve yasa maddelerinin ışığı altında olaya yaklaşıldığında bir kimsenin ehliyetinin tesbitinin şahıs ve mamelek hukuku bakımından doğurduğu sonuçlar itibariyle ne kadar büyük önem taşıdığı kendiliğinden ortaya çıkar. Bu durumda, tarafların gösterecekleri, tüm delillerin toplanılması tanıklardan bu yönde açıklayıcı, doyurucu somut bilgiler alınması, varsa ehliyetsiz olduğu iddia edilen kişiye ait doktor raporları, hasta müşahede kağıtları, film grafilerinin eksiksiz getirtilmesi zorunludur. Bunun yanında, her ne kadar H.U.M.K.’nun 286 maddelerinde (HMK"nın 282. maddesi) belirtildiği gibi bilirkişinin “rey ve mutaalası” hakimi bağlamaz ise de, temyiz kudretinin yokluğu, yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk gibi salt biyolojik nedenlere değil, aynı zamanda bilinç, idrak, irade gibi psikolojik unsurlara da bağlı olduğundan, akıl hastalığı, akıl zayıflığı gibi biyolojik ve buna bağlı psikolojik nedenlerin belirlenmesi, çok zaman hakimlik mesleğinin dışında özel ve teknik bilgi gerektirmektedir.
Hele ayırt etme gücünün nisbi bir kavram olması kişiye eylem ve işleme göre değişmesi bu yönde en yetkili sağlık kurulundan, özellikle Adli Tıp Kurumundan rapor alınmasını da gerekli kılmaktadır. Esasen Medeni Kanunun 409/2 maddesi akıl hastalığı veya akıl zayıflığının bilirkişi raporu ile belirleneceğini öngörmüştür.
O halde; yukarıdaki belirtilen ilkeler ışığında kısıtlı davacıya ait sağlık kurulu raporları, hasta müşahade kağıtları, reçeteler vs. evraklarının istenmesi, bu yönde tarafların bildirecekleri tüm delillerin toplanması, çekişme konusu taşınmazla ilgili Satış Vaadi Sözleşmesinin düzenlendiği 02.11.1992 tarihinde kısıtlı davacının hukuki ehliyete haiz olup olmadığı hususunun İstanbul Adli Tıp Kurumu 4. İhtisas Dairesinden rapor alınmak suretiyle kuşkuya yer bırakmayacak şekilde belirlenmesi ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir.
Davacı vasisinin temyiz itirazları belirtilen nedenlerle yerindedir. Kabulüyle, hükmün 12.01.2011 tarihinde kabul edilen ve 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK."nın 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 19.1.2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.