Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2011/7752 Esas 2011/12570 Karar Sayılı İlamı

Abaküs Yazılım
1. Hukuk Dairesi
Esas No: 2011/7752
Karar No: 2011/12570
Karar Tarihi: 08.12.2011

Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2011/7752 Esas 2011/12570 Karar Sayılı İlamı

1. Hukuk Dairesi         2011/7752 E.  ,  2011/12570 K.

    "İçtihat Metni"

    MAHKEMESİ : KAYNARCA ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
    TARİHİ : 17/02/2011
    NUMARASI : 2008/54-2011/30

    Taraflar arasında birleştirilerek görülen davada;
    Davacılar, miras bırakanları S.’e ait 242 parsel sayılı taşınmazın miras bırakanın ehliyetsiz olduğu dönemde alınan vekaletname kullanılmak suretiyle davalı S.tarafından akrabası olan diğer davalıya satış suretiyle temlik edildiğini, ayrıca davalı S.’e ödeyeceği borçlara teminat amacıyla, borçlar ödenmediği takdirde de taşınmaz satılarak ödediği bedeli satış bedelinden alıp kalanı iade etmek koşuluyla vekalet verildiğini, vekalet görevinin de kötüye kullanıldığını ileri sürerek, tapu iptal ve tescile karar verilmesini istemiştir.
    Davalı S., taşınmazın bedeli ödenerek alındığını belirterek davanın reddini savunmuş, birleşen davada davacı B., R.’ın çekişme konusu taşınmaza elatmasının önlenmesine karar verilmesini istemiştir.
    Mahkemece, kanıtlanamadığı gerekçesiyle asıl davanın reddine, birleşen davanın ise konusuz kaldığından karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir.
    Karar, asıl davanın davacıları tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla, Tetkik Hakimi raporu okundu. Düşüncesi alındı. Dosya incelendi. Gereği görüşülüp, düşünüldü.
    Dava, tapu iptal ve tescil, birleşen dava elatmanın önlenmesi isteğine ilişkindir.
    Dava dilekçesinde, miras bırakan S. ehliyetsiz olduğu dönemde alınan vekaletname kullanılmak suretiyle davalı S. tarafından akrabası olan diğer davalıya çekişmeli taşınmazın satış suretiyle ve taşınmazın davalı S.’in ödeyeceği borçlara teminat amacıyla temlik edildiği, vekalet görevinin kötüye kullanıldığı ileri sürülerek iptal ve tescil isteğinde bulunulduğu görülmektedir.
    Mahkemece, ehliyetsizlik ve vekalet görevinin kötüye kullanılması iddiaları kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine, birleşen davanın ise konusuz kaldığından esas hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir.
    Hemen belirtilmelidir ki, iddiaları ileri sürmek taraflara, hukuki vasıflandırmayı yapmak hakime aittir. Hakim,davacı tarafın bildirdiği maddi olay ve talep sonucu ile bağlı ise de; meydana gelen maddi olayda hangi hukuki sebebe göre hüküm verileceğini veya hangi hukuki sebebin nazara alınacağını tayin ve takdir etmek durumundadır. Hatta, hukuki sebep yanlış gösterilmiş veya hiç gösterilmemiş olsa bile, mahkemece uygun hukuki sebep bulunarak ona göre karar verilecektir.
    İddianın yukarıda özetlenen içeriği ve ileri sürülüş biçimi itibariyle davada miras bırakanın ehliyetsizliği ve vekalet görevinin kötüye kullanılması yanında taşınmazın vekil aracılığıyla teminat amacıyla temlik edildiği iddiasına da yer verildiği, bunun sonucu olarak inançlı işlem hukuki sebebin de araştırılması gerektiği kuşkusuzdur.
    Somut olayda miras bırakan S. vekalet ve temlik tarihlerinde hukuki işlem ehliyetine haiz olduğu sabittir. Öte yandan dosya içeriği ve toplanan delillere göre vekalet görevinin kötüye kullanıldığı iddiasının da reddedilmiş olmasında bir isabetsizlik yoktur.
    İnançlı işlem iddiasına gelince, davalılardan S. davayı karşı beyanlarında iddiada sözü edilen ilişkiyi doğrulayan yönde beyanda bulunmuş ancak iki yıl geçmesine karşın borcun ödenmemesi nedeniyle taşınmazı vekaletle kendine temlik etmesinde yasal olanak bulunmadığından, diğer davalı olan amcasının kızı ve eşinin kardeşi B.’ya aktardığını beyan etmiş, bu beyana davalı B. karşı çıkmadığı gibi, kendisi tarafından yapılan ödemeye ilişkin herhangi bir belge veya beyan da sunmamıştır.
    Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan , onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
    Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
    Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
    Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
    Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
    Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
    Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (Borçlar Kanunu mad.81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
    İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde herhangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin ,yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
    İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
    Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
    Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
    Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
    Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu,bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler”dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde ,mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup,halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamıyacağı ,zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı,meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta,nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna,hükmolunmuştur.
    İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı,sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır.Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur.Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa ,özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.
    Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan,mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir.Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
    İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul,hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
    Hal böyle olunca, yukarıda açıklanan ilkelere uygun olarak inceleme ve değerlendirme yapılması, gerektiğinde B.K.81. maddenin gözetilerek hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken, anılan bu husus gözardı edilmiş olması doğru değildir.
    Asıl davanın davacıların temyiz itirazının kabulü ile, hükmün açıklanan nedenden ötürü (6100 Sayılı HMK’nun geçici 3. maddesi yollamasıyla) HUMK."nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 08.12.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

     

     

    Hemen Ara