Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2014/122 Esas 2014/231 Karar Sayılı İlamı

Abaküs Yazılım
Ceza Genel Kurulu
Esas No: 2014/122
Karar No: 2014/231

Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2014/122 Esas 2014/231 Karar Sayılı İlamı

Ceza Genel Kurulu         2014/122 E.  ,  2014/231 K.

    "İçtihat Metni"

    Mahkemesi : ADANA 5. Ağır Ceza
    Günü : 08.11.2013
    Sayısı : 388-450

    Davacı S.. Ü.."ün haksız tutuklanma sonucu uğramış olduğu zarar nedeniyle 4.000 Lira maddi ve 5.000 Lira manevi tazminatın yasal faizi ile birlikte davalı M.. H..nden tahsili talebine yönelik davanın süresinde açılmadığından bahisle reddine ilişkin, Adana 5. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 03.02.2012 gün ve 404-44 sayılı hükmün davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 25.06.2013 gün ve 11522-17345 sayı ile;
    "...Sair temyiz itirazlarının reddine, ancak;
    Dava 466 sayılı Kanun hükümlerine dayalı tazminat istemine ilişkin olup; Ceza Genel Kurulunun 23.03.2010 tarih ve 2009/256 Esas ve 2010/57 sayılı kararında 466 sayılı Kanunun 2. maddesindeki üç aylık sürenin başlangıcı için 21.04.1975 tarih ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına atıf yapılarak kesinleşen beraat kararından davacının haberdar olmasının aranması gerektiği şeklindedir. Ancak adı geçen kararda tazminat davasının ne zamana kadar açılması gerektiğine dair bir açıklama yoktur. Borçlar Kanununun 60. maddesinde tazminat davasının, zarar verici fiil veya olayın vukuundan itibaren her halde 10 yıl sonra zamanaşımına uğrayacağı kabul edilmiştir. Kanun dışı yakalanan veya tutuklanan kimseler bakımından, devletin yaptığı yakalama veya tutuklama haksız fiili ceza davasının kesinleşmesi ile netleştiğinden bu tarih olayın vuku tarihi olup, bu tarihten itibaren 10 yıl dolduktan sonra 466 sayılı Kanuna göre tazminat istenemeyecektir. İncelemeye konu olan dosya kapsamına göre, tazminat talebine dayanak teşkil eden mahkeme hükmünün kesinleştiği tarihin ve kesinleşmiş beraat hükmünün bizzat davacıya tebliğ edilip edilmediğinin anlaşılmaması karşısında öncelikle, dayanak dosyanın kesinleştiği tarih ve kesinleşmiş beraat hükmünün bizzat davacıya tebliğ edilip edilmediği araştırılarak şayet tebliğ edilmemişse, tazminat davasının 10 yıllık süre içinde açıldığı kabul edilip taleple ilgili bir karar verilmesi yerine reddine karar verilmesi ” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
    Yerel mahkeme ise 08.11.2013 gün 388-450 sayı ile;
    “...Davacı-sanık hakkında yasa dışı örgüt üyesi olmak, 2911 sayılı Kanuna muhalefet etmek suçlarını işlediğinden bahisle 765 sayılı TCK"nun 168/2, 2911 sayılı Kanunun 32/1-2. maddesi ve bölücülük propagandası yaptığından bahisle 3713 sayılı Kanunun 8/1. maddesi uyarınca cezalandırılması talebi ile Malatya Devlet Güvenlik Mahkemesinde kamu davasının açıldığı, suç tarihinin 12.10.1992 olduğu, örgüt üyesi olmak suçundan 15.11.1994 tarihinde beraat, 2911 sayılı Yasa hükümlerine muhalefet suçundan görevsizlik kararı verildiği, Adana 7. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 2911 sayılı Yasaya muhalefet suçundan da 26.01.1998 tarih, 1995/6 Esas ve 1998/12 Karar sayılı karar ile beraat kararı verildiği, davacı-sanığın en ağır cezayı gerektiren eylemi dikkate alındığında, 765 sayılı TCK"nun 102/3 ve 104/2. maddeleri gereğince öngörülen uzamış zamanaşımı süresinin 15 yıl olduğu, suç işlenme tarihi 12.10.1992 olduğuna göre, 12.10.2007 tarihi itibarıyla ceza davasının, halen derdest ise zamanaşımı nedeni ortadan kaldırılması gerektiği, davacı-sanık ve vekili tarafından, bu davanın halen derdest imiş gibi kendilerine beraate ilişkin kararın tebliğ edilmediği ve işbu tazminat davasının süresinde açıldığı ileri sürülmüş ise de, tazminat davasının 29.08.2011 tarihinde açıldığı, söz konusu ceza davası derdest olsa dahi ortadan kaldırılması gereken süreden 4 yıl sonra bu tazminat davasının açıldığının tespit olunduğu, beraat ile sonuçlanan kamu davaları üzerinden 13 ve 17 yıl gibi çok uzun sürelerin geçtiği, yaşamın olağan akışı ve zamanaşımı hükümleri, ayrıca 765 sayılı TCK"nun 44 ile 5237 sayılı TCK"nun 4/1. maddelerindeki "Ceza kanunlarını bilmemek mazeret sayılmaz" temel düzenlemesi de dikkate alındığında, davacı-sanık ve vekili tarafından ileri sürülen hususların geçerli bir mazeret olarak kabul göremeyeceği, dolayısı ile işbu tazminat davasının süresinden sonra açıldığı,
    Nitekim Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 2013/14401-21898 sayılı ilamında görüleceği üzere tazminat davasına konu dosyalardan aynı tarihlerde tutuklanan ve beraat eden Davut Üzüm" ün tazminat talebinin reddine ilişkin hükmün beraat kararı üzerinden 10 yıldan fazla süre geçtiği gerekçesi ile onandığı...” gerekçeleriyle direnerek, ilk hükümdeki gibi karar vermiştir.
    Bu hükmün de davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 25.02.2014 gün ve 384839 sayılı “onama” istekli tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
    Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Yargıtay Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; 466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca haksız yakalama ve tutuklama nedeniyle tazminat talebine dayanak teşkil eden mahkeme hükmünün kesinleşip kesinleşmediğinin araştırılması gerekip gerekmediği ile kesinleştiğinin kabulü halinde ise 466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca tazminat davasının süresinde açılıp açılmadığının belirlenmesine ilişkindir.
    İncelenen dosya kapsamından;
    Davacı S.. Ü.."ün 2911 sayılı Kanuna muhalefet, PKK terör örgütünün propagandasını yapmak suçlarından 12.10.1992 tarihinde gözaltına alınarak 19.10.1992 günü tutuklandığı, 07.12.1992 tarihinde tahliye edildiği, hakkında 2911 sayılı Kanunun 32/1, 3713 sayılı Kanunun 8, 765 sayılı TCK"nun 31, 33 ve 40. maddeleri uyarınca açılan kamu davasının yargılaması sonucunda Malatya 1. Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesince 15.11.1994 gün ve 347-375 sayı ile görevsizlik kararı verildiği,
    Dosyanın gönderildiği Adana 7. Asliye Ceza Mahkemesince 26.01.1998 gün ve 6-12 sayı ile; davacının da içinde bulunduğu 39 sanık hakkında 2911 sayılı Kanuna muhalefet suçundan yeterli delil bulunmadığından bahisle beraat kararı verildiği, sanık ve müdafiinin yokluğunda talep gibi karar verildiği açıklamasının yazıldığı, kararın kesinleşip kesinleşmediğinin belirlenemediği, davacı vekilinin temyiz dilekçesinde davacının beraatine ilişkin kararın 26.01.1998 tarihinde talebe aykırı olarak verildiği ve Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edildiği açıklamasının yazıldığı, beraate ilişkin ilamın kesinleşip kesinleşmediği, kesinleşmişse tarihine ilişkin bir araştırma ve kaydın dosya kapsamına alınmadığı,
    Anlaşılmaktadır.
    466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca açılacak tazminat davalarının hukukumuza girişi ve hukuki niteliği konularına değinilmek suretiyle uyuşmazlık sağlıklı bir şekilde çözümlenebilecektir.
    Haksız ve hukuka aykırı olarak yakalanan veya tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası, ülkemizde ilk kez 1961 Anayasasında düzenlenmiş, 30. maddesinde, yakalama ve tutuklamanın hangi hallerde söz konusu olacağı açıklandıktan sonra maddenin son fıkrasında; “Bu esaslar dışında işleme tâbi tutulan kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar kanuna göre Devletçe ödenir” hükmü yer almıştır.
    Anayasada yer alan bu düzenleme doğrultusunda, 15.05.1964 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren “Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki” 466 sayılı Kanunun 1. maddesinde 7 bend halinde, tazminatı gerektiren haller ayrıntılı olarak düzenlenmiş, 466 sayılı Kanunun 1. maddesinin 8. bendinde yer alan, aynı tür suçtan mahkûm olanlar, itiyadi suçlular ve suç işlemeyi meslek veya geçinme vasıtası haline getirenlerin tazminat isteyemeyeceklerine ilişkin hüküm 10.01.1991 gün ve 3696 sayılı Kanun ile kaldırılmıştır.
    Haksız yakalanan ve tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası 1982 Anayasasında da sürdürülmüş ve 19. maddesinde yakalama ve tutuklama şartlarına işaret edildikten sonra maddenin son fıkrasında; “Bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, kanuna göre, Devletçe ödenir” hükmüne yer verilmiştir.
    Anılan hüküm bu kez 17.10.2001 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4709 sayılı Kanunun 4. maddesi ile; “Bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir” şeklinde değiştirilmiştir.
    Devletimizin tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 5. maddesinde de kişilerin özgürlüğünün hangi hallerde sınırlandırılabileceği belirlenmiş ve maddenin son fıkrasında bu şartlara aykırı davranılması halinde mağdur olan herkesin tazminat istemeye hakkı olduğu esası kabul edilerek, bireyin keyfi olarak özgürlüğünden yoksun bırakılmasının engellenmesi amaçlanmıştır.
    1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5320 sayılı CMK’nun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkındaki Kanunun 18. maddesi ile 07.05.1964 gün ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun yürürlükten kaldırılmış ve 5271 sayılı Kanunun Yedinci Bölümünde, Koruma Tedbirleri Nedeniyle Tazminat ana başlığı altında, 141 ilâ 144. maddelerinde, tazminat isteme şartları ve sonuçları yeniden kapsamlı bir şekilde düzenlenmiş ise de, 5320 sayılı Kanunun 6. maddesindeki;
    “(1) Ceza Muhakemesi Kanununun 141 ilâ 144 üncü maddeleri hükümleri, 1 Haziran 2005 tarihinden itibaren yapılan işlemler hakkında uygulanır.
    (2)Bu tarihten önceki işlemler hakkında ise, 7.5.1964 tarihli ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun hükümlerinin uygulanmasına devam olunur” hükmü uyarınca, 466 sayılı Kanun hükümleri 1 Haziran 2005 tarihinden önce gerçekleşen işlemler yönünden varlığını sürdürmektedir.
    Davaya konu işlem tarihi itibarıyla uygulanması gereken 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanunun 1. maddesi; “1. Anayasa ve diğer kanunlarda gösterilen hal ve şartlar dışında yakalanan veya tutuklanan veyahut tutukluluklarının devamına karar verilen;
    2. Yakalama veya tutuklama sebepleri ve haklarındaki iddialar kendilerine yazılı olarak hemen bildirilmeyen;
    3. Yakalanıp veya tutuklanıp da kanuni süresi içinde hakim önüne çıkarılmayan;
    4. Hakim önüne çıkarılmaları için kanunda belirtilen süre geçtikten sonra hakim kararı olmaksızın hürriyetlerinden yoksun kılınan;
    5. Yakalanıp veya tutuklanıp da bu durumları yakınlarına hemen bildirilmeyen;
    6. Kanun dairesinde yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraetlerine veya ceza verilmesine mahal olmadığına karar verilen;
    Mahkum olup da tutuklu kaldığı süre hükümlülük süresinden fazla olan veya tutuklandıktan sonra sadece para cezasına mahkum edilen kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar, bu kanun hükümleri dairesinde Devletçe ödenir” hükmünü içermektedir.
    Kişilerin suçluluğu mahkeme kararı ile kesinleşmeden önce uygulanan yakalama ve tutuklama gibi koruma tedbirleri, bazen bir kısım zararların meydana gelmesine de neden olabildiğinden, hürriyetten yoksun kalanların haklarının teslim edilmesi amacıyla bu tedbirlerin uygulanması sonucu meydana gelen zararların tazminine yönelik olarak söz konusu düzenleme öngörülmüştür.
    Öğretide yer alan yaygın görüşe göre; mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına nazaran, kural olarak Devletin yargılama faaliyetinden dolayı mali sorumluluğu kabul edilmemekte, ancak yasa ile düzenleme yapılması halinde tazminat verilebileceği belirtilmektedir. Yakalama ve tutuklamanın haksızlığını giderici bir müessese olan tazminat sisteminin hukuki niteliği de tartışmalıdır. Haksız yakalanan ve tutuklanan kişilere karşı devletin tazminat sorumluluğunun dayanağı, farklı teorilere dayandırılmış şahsi kusur, yardım, kusursuz sorumluluk, haksız fiil, risk teorisi veya organ teorisi gibi kavramlarla açıklanmaya çalışılmıştır.
    Hakimlerin hukuki sorunluluklarını düzenleyen 6100 sayılı HMK"nun 46. maddesindeki genel kuralın tazminatın dayanağı olduğu görüşü şahsi kusur teorisini açıklamış, haksız yakalanan veya tutuklanan kişilere ödenen paranın tazminat değil devletin bu kişilere yardımı olduğunu ileri süren görüş de yardım teorisini ortaya koymuştur. Risk teorisi ise; toplumda herkesin kanun dışı yakalanma veya tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıya bulunmakla beraber, uygulamada ancak bazı kişiler haksız olarak tutuklandığına, kamu düzeni faydası için bazı kimselerin zarar görebildiğine, bu zararın toplum tarafından giderilmesi gerektiğine işaret etmiştir. Devletin kendisine organik olarak bağlı olan organlarının yaptığı işlemlerden doğan zarardan sorumluluğu da organ teorisi ile açıklanmıştır.
    Haksız fiil teorisine göre ise, hukuk düzeninin uygun bulmadığı, hukuka, kanuna örf ve adete aykırı olan zarar verici filler haksız filler olup tazminat isteme hakkını doğuracaktır. Haksız fiile dayanan sorumluluk hukukunda da; kişinin hukuka aykırı ve kusurlu eylemleri ile sebep olduğu zarardan sorumluluğunu ifade eden kusur ilkesi ve kusuru aranmaksızın sadece kendisinin zarara sebep olması halinde zarardan sorumluluğunu ifade eden sebebiyet ilkesi olarak iki ilke ortaya çıkmaktadır.
    Diğer taraftan, adalet hizmetinin yürütülmesi sırasında bir zarar doğmuşsa kusurlu olup olmadığına bakılmaksızın devletin sorumlu tutulması gerektiği görüşü de kusursuz sorumluluk teorisi ile açıklanmıştır. Bu konuda, "Devletin tazminat sorumluluğu Anayasanın 2. maddesinde de; "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir" şeklinde açıklanan ilkede de belirtildiği üzere hukuk devleti sayılmanın bir gereği olarak bireylerin eşitliği, hak ve özgürlüklerin kullanılmasının teminatı olarak kusura dayanmayan (kusursuz) sorumluluk esasına dayanmaktadır" (Mustafa Albayrak- Fatma Özer- Fikret İlhan- Mustafa Erdoğan, Koruma Tedbirleri Nedeniyle Tazminat Davaları, Adalet Yayınevi, Ankara, 2014, s.1); "466 sayılı kanunda öngörülen maddi ve manevi tazminatlar, hakimlerin görevlerini yaparken kasıtlı olmayan fakat hizmet kusuru olarak nitelendirilebilecek hatalı davranış ve kararları ya da ihmali hareketleri ile haksız yakalama veya tutuklamaya sebep olduklarının anlaşılması üzerine devletin objektif sorumluluğunun kabul edilmesi nedeniyle ortaya çıkan tazminatlardır" (Hasan Köroğlu, Haksız Tutuklama Tazminatı, Adil Yayınevi, Ankara 1996, s.21) görüşleri ileri sürülmüştür.
    466 sayılı Yasanın gerekçesinde de; “...yakalanmaları ve tutuklanmalarında kanuna uymayan bir cihet bulunmamakla beraber bilahare haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraatlerine karar verilerek bu suretle tutuklanmaları veya yakalanmalarının haksızlığı meydana çıkmış olanların da Devletten tazminat isteyebilecekleri ve bu tazminatın hukuki mesnedinin de objektif mesuliyet esasına istinat ettiği netice ve kanaatine varılmaktadır” açıklamasına yer verilmiştir.
    Öte yandan, Ceza Genel Kurulunun 23.11.2004 gün ve 177-203 sayılı kararında ise; 466 sayılı Kanuna dayalı tazminatlarda, her türlü sorunun, öncelikle bu kanun normlarıyla çözümlenmesi gerektiği, açıklık bulunmayan ahvalde “tazminat hukuku” kıyaslamasına başvurulacağı, fiilin en ziyade “haksız fiil” benzeri olduğu gözetilerek çözüme ulaşılacağı vurgulanmıştır.
    Haksız yakalama ve tutuklama nedeniyle tazminat davalarının hukukumuzdaki tarihsel süreci ve hukuki niteliğine ilişkin bu genel açıklamalardan sonra 466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılacak tazminat davalarında azami bir dava açma süresinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.
    466 sayılı Kanunun 2. maddesinin birinci fıkrasında; “1 nci maddede yazılı sebeplerle zarara uğrayanlar, kendilerine zarar veren işlemlerin yapılmasına esas olan iddialar sebebiyle haklarında açılan davalar sonunda verilen kararların kesinleştiği veya bu iddiaların mercilerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç ay içinde, ikametgahlarının bulunduğu mahal ağır ceza mahkemesine bir dilekçeyle başvurarak uğradıkları her türlü zararın tazminini isteyebilirler” hükmü yer almakta olup, maddede belirtilen üç aylık dava açma süresinin, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başladığı kabul edilmektedir.
    Gerçekten 466 sayılı Kanun hükümlerine göre tazminat davalarının süresinde açılıp açılmadığına ilişkin uyuşmazlıklar Ceza Genel Kurulunun gündemine defalarca gelmiş ve istikrarlı bir şekilde, kanunun 2. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen üç aylık dava açma süresinin, 21.04.1975 gün ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başladığı kabul edilmiştir. Fakat sözü edilen dosyalarda 466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılacak tazminat davaları için 2. maddede belirtilen üç aylık sürenin dışında esas alınacak azami bir sürenin olup olmadığı tartışılmamıştır.
    01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK"nun “Tazminat İsteminin Koşulları” başlıklı 142. maddesinin 1. fıkrasında yer alan; “Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde bulunulabilir” şeklindeki düzenlemeyle tebliğden itibaren üç ay ve her halde kesinleşme tarihinden itibaren bir yıl içinde tazminat talebinde bulunulabileceği hüküm altına alınmıştır.
    818 sayılı Borçlar Kanununun "Müruru zaman" başlıklı 60. maddesinde; zarar gören tarafın zararı ve failini öğrenme tarihinden itibaren bir yıl ve her halde fiilin vukuundan itibaren on yıl, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun "Zamanaşımı" başlıklı 72. maddesinde de, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yıl ve her hâlde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle tazminat isteminin zamanaşımına uğrayacağı belirtilmiştir.
    2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 13. maddesinde ise, idari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka süretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gerektiği düzenlenmiştir.
    Görüldüğü gibi, söz konusu kanunlar uyarınca açılacak davalarda tebliğ ya da öğrenmeden başlayan asıl sürenin yanında eylem ya da işlem tarihinden itibaren azami dava açma süreleri öngörülmüş, 2004 sayılı İcra İflas Kanununun 39. maddesinde ise, ilama dayanan takibin, son muamele üzerinden on sene geçmekle zamanaşımına uğrayacağı hüküm altına alınmıştır.     
    466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılacak tazminat davaları için de, 2. maddede belirtilen ve beraat hükmünün kesinleşmesinin tebliğinden veya öğrenilmesinden itibaren işleyen üç aylık sürenin dışında esas alınacak makul azami bir süre kabul edilmelidir. Özellikle 1982 Anayasasının "kişi hürriyeti ve güvenliği" ile ilgili olup tutuklama şartları ve haksız tutuklama işlemlerinden de bahsedilen 19. maddesinde yapılan; “bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir” şeklindeki değişiklikten sonra, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre 10 yıllık azami bir sürenin kabul edilmesi, adalet ve nasafet kurallarına uygun ve isabetli olacaktır. Böylece, haksız yakalama ve tutuklama nedeniyle tazminat davalarına da hukukumuzdaki diğer tazminat davalarındaki gibi dava açmak için azami süre şartı getirilecek ve beraat ile sonuçlanmış ceza dava dosyalarının kesinleşmesinden sonra süresiz olarak 466 sayılı Kanuna göre dava açma keyfiliğinin de önüne geçilecektir.
    Nitekim CGK"nun 07.03.2000 gün ve 44-48 sayılı kararında; “466 sayılı Kanun uyarınca tazminat isteğine ilişkin dava 29.12.1997 tarihinde, beraat kararının verildiği 05.10.1983 tarihinden 13 yıl sonra açılmıştır. Davacı asilin bu uzun süre içerisinde hakkındaki hükmün kesinleştiğini bilmediğinden söz etmek normal yaşam gözlemlerine uygun bulunmamakta olup 1984 yılında kesinleştiği bildirilen beraat kararı nedeniyle süresinden sonra 29.12.1997 tarihinde açılan davanın reddine karar verilmesi gerektiği” sonucuna ulaşılmıştır.
    466 sayılı Kanun hükümlerine göre tazminat davalarında esas alınacak 10 yıllık azami sürenin ne zaman başlayacağı hususuna gelince;
    466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanunun 1. maddesinin 6. bendi uyarınca kanuna uygun olarak yakalandıktan sonra haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturma açılmasına yer olmadığına veyahut beraatlerine veya ceza verilmesine yer olmadığına karar verilenler ile mahkûm olup da tutuklu kaldığı süreler hükümlülük süresinden fazla olan veya tutuklandıktan sonra sadece para cezasına mahkûm edilen kimseler tarafından açılacak tazminat davalarında, yakalama veya tutuklamanın haksız ve tazminata esas kabul edilip edilmeyeceği yapılan soruşturma ya da yargılamanın sonunda verilen kararların kesinleşmesi ile sabit olacağından, bu davalarda esas alınacak 10 yıllık azami sürenin de kesinleşme tarihinden itibaren başlaması gerektiği kabul edilmelidir.
    Uyuşmazlık konusu olaya ilişkin olarak, Anayasanın 19. maddesindeki tazminat hukukunun genel prensiplerine göre ödeme yapılması hükmüne uygun olacak şekilde, beraat kararının kesinleştiğinin tebliğinden veya öğrenilmesinden itibaren 3 ay ve her halde kararın kesinleşmesinden itibaren 10 yıl içinde 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun hükümleri uyarınca tazminat davaları açılmalıdır.
    Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
    466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca tazminat davaları haksız yakalama ve tutuklamanın gerçekleştirildiği yargılama sonucunda kurulan beraat hükmünün kesinleştiğinin tebliğinden veya öğrenilmesinden itibaren 3 ay ve her halde kararın kesinleşmesinden itibaren 10 yıl içinde açılabilecek, ancak öncelikle anılan kanun hükümleri uyarınca tazminata hak kazanabilmek için beraat hükmünün kesinleşmesi gerekecektir.
    Adana 7. Asliye Ceza Mahkemesince 26.01.1998 gün ve 6-12 sayı ile kurulan beraat hükmünün kesinleşip kesinleşmediğinin tespit edilmediği gözönüne alındığında, kesinleşmeyen bir beraat hükmü nedeniyle dava açma hakkı doğmamış olacağından, öncelikle davacı hakkında kurulan beraat hükmünün kesinleşip kesinleşmediğinin araştırılması ve sonucuna göre davanın süresinde açılıp açılmadığının tespit edilmesi gerekmektedir.
    Bu itibarla, yerel mahkeme direnme hükmünün, 466 sayılı Kanuna göre tazminat talebine dayanak teşkil eden yargılama sonucunda kurulan beraat hükmünün kesinleşip kesinleşmediğinin araştırılması ve sonucuna göre tazminat davasının süresinde açılıp açılmadığının tespit edilmesi gerektiğinin gözetilmemesi isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.
    Çoğunluk görüşüne katılmayan bir Genel Kurul üyesi; "466 sayılı Kanun hükümlerine göre tazminat davasının süresinde olmadığı anlaşıldığından yerel mahkeme hükmünün onanması gerektiği" düşüncesiyle karşı oy kullanmıştır.
    SONUÇ:
    Açıklanan nedenlerle;
    1- Adana 5. Ağır Ceza Mahkemesinin 08.11.2013 gün ve 388-450 sayılı direnme hükmünün, 466 sayılı Kanuna göre tazminat talebine dayanak teşkil eden yargılama sonucunda kurulan beraat hükmünün kesinleşip kesinleşmediğinin araştırılması ve sonucuna göre tazminat davasının süresinde açılıp açılmadığının tespit edilmesi gerektiğinin gözetilmemesi isabetsizliğinden BOZULMASINA,
    2- Dosyanın, mahalleine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 06.05.2014 günü yapılan müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.




    Hemen Ara