Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2010/11-251 Esas 2010/267 Karar Sayılı İlamı

Abaküs Yazılım
Ceza Genel Kurulu
Esas No: 2010/11-251
Karar No: 2010/267

Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2010/11-251 Esas 2010/267 Karar Sayılı İlamı

Ceza Genel Kurulu         2010/11-251 E.  ,  2010/267 K.

    "İçtihat Metni"

    İtirazname : 2009/24660
    Yargıtay Dairesi : 11. Ceza Dairesi
    Mahkemesi : DENİZLİ 2. Ağır Ceza
    Günü : 21.10.2005
    Sayısı : 263-337

    Sanığın 765 sayılı TCY’nın 503/1, 61, 522 ve 81/1. maddeleri uyarınca 5 ay 1 gün hapis ve 377.310.000 TL ağır para cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin, Denizli 4. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 06.07.2000 gün ve 910-815 sayılı hüküm; sanık tarafından temyiz edilmekle, dosyayı inceleyen Yargıtay 6. Ceza Dairesince 21.03.2002 gün ve 1974-3422 sayı ile;
    “Eylemin 765 sayılı TCY’nın 504/3 ve 61. maddelerine uyan suçu oluşturup oluştur¬madığının değerlendirilmesinin üst dereceli ağır ceza mahkemesine ait olduğu gözetilerek, görevsizlik kararı verilmesi gerekirken duruşmaya devamla hüküm tesisi” isabetsizliğinden ceza süresi yönünden kazanılmış hakkı saklı kalmak kaydıyla bozulmuştur.
    Denizli 4. Asliye Ceza Mahkemesince 08.10.2002 gün ve 415-605 sayı ile;
    “Sanığın TCY’nın 504/3, 61 ve 522. maddeleri uyarınca yargılanmak üzere dosyanın görevsizlik kararı ile ağır ceza mahkemesine gönderilmesine” karar verilmiş,
    Denizli 2. Ağır Ceza Mahkemesince 12.09.2003 gün ve 379-229 sayı ile; “sanığın 765 sayılı TCY’nın 504/3, 61, 522 ve 81/1-3. maddeleri uyarınca 10 ay 1 gün ağır hapis ve 802.310.000 TL ağır para cezasıyla cezalandırılmasına, sonuç cezanın 5 ay 1 gün hapis ve 377.310.000 TL ağır para cezası infazına” karar verilmiş, bu hüküm ise, Yargıtay C.Başsavcılığının 23.07.2005 gün ve 40891 sayılı yazısı ile lehe yasa uyarınca değerlendirme yapılmak üzere incelenmeksizin mahkemesine iade edilmiştir.
    Denizli 2. Ağır Ceza Mahkemesince 21.10.2005 gün ve 263-337 sayı ile;
    “5237 sayılı Yasa hükümleri lehe kabul edilerek bu kez sanığın 5237 sayılı TCY’nın 158/1-f, 35/2 ve 62/1. maddeleri uyarınca 5 ay hapis ve 18 gün karşılığı 360 YTL adli para cezasıyla cezalandırılmasına, hakkında 5237 sayılı TCY’nın 53/1-2. maddesinin uygulanmasına, İzmir 14. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 18.05.1995 gün 206-429 sayılı kararındaki 12 ay 25 gün hapis cezasının infazından dolayı verilen şartla tahliye kararının 5275 sayılı Yasanın 107. maddesine göre geri alınması amacıyla gerekli işlemin başlatılması için karar kesinleştiğinde bir örneğinin İzmir 14. Asliye Ceza Mahkemesine gönderilmesine” karar verilmiştir.
    Sanık İ. Ç..müdafi tarafından, yargılamanın yenilenmesi ve eski hale getirme isteminde bulunulması üzerine;
    Denizli 2. Ağır Ceza Mahkemesince 30.01.2006 gün ve 30 müt sayı ile yargılamanın yenilenmesi isteminin reddine, 07.02.2006 gün ve 35 D.İş sayı ile de, bu dilekçenin temyiz dilekçesi olarak kabulü ile, eski hale getirme konusunda karar verme yetkisinin temyiz merci olan Yargıtay’a ait olduğu gerekçesiyle dosyanın Yargıtay C.Başsavcılığına gönderilmesine karar verilmiştir.
    Bu karara istinaden dosyayı inceleyen Yargıtay 11. Ceza Dairesince 25.02.2008 gün ve 985-1053 sayı ile;
    “21.10.2005 günü sanığın zorunlu müdafiinin yüzüne karşı verilen hükmü sanık müdafiinin yasal süresi geçtikten sonra 01.02.2006 havale tarihli dilekçesiyle temyiz ettiği anlaşıldığından vaki temyiz isteminin 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK’nun 317. maddesi gereğince reddine” karar verilmiştir.
    Yargıtay C.Başsavcılığınca 02.10.2010 gün ve 24660 sayı ile;
    “İncelenen dosya içeriğinden; sanık hakkında dolandırıcılık suçundan 01.07.1999 tarihinde iddianame tanzim edildiği, 06.07.2000 tarihinde ilk mahkûmiyet hükmünün kurulduğu, temyiz üzerine 21.03.2002"de Yargıtay 6. Ceza Dairesince kararın bozulduğu, bilahare verilen görevsizlik kararından sonra, 12.09.2003 tarihinde ikinci kez mahkumiyet hükmünün tesis edildiği, yine temyiz edilen dosyanın 23.07.2005 tarihinde Yargıtay C. Başsavcılığı tarafından 5320 s.K"nun 8/2. maddesi uyarınca mahalline iade edildiği, müteakiben 21.10.2005 gününde üçüncü kez ceza hükmünün kurulduğu, sanık hakkında usulünce atanan zorunlu müdafiin hükmü temyiz etmemesi nedeniyle kararın 03.12.2005 günü itibariyle kesinleştirildiği görülmüştür.
    Hükme yönelik temyiz isteminde, itirazda ve karar düzeltme talebinde bulunan Av. Ö. D.."ın, duruşmalara katılımı ve Yargıtay 11. Ceza Dairesince yapılan temyiz incelemesine kadar mahkemeye herhangi bir vekâletname ibrazı bulunmamakta ise de; hükmün zorunlu müdafii huzurunda verildiğinde ve sanığın kendisine zorunlu müdafii atandığından haberinin olmadığında bir tereddüt bulunmamaktadır.
    Ayrıntıları Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 2008/9-7 Esas 2008/56 Karar sayılı kararında da belirtildiği üzere; zorunlu müdafiinin yüzüne karşı yapılmış olan tefhim, zorunlu müdafi atandığından haberdar edilmeyen sanık İ..Ç.. açısından hukuki sonuç doğurmayıp, temyiz süresini de başlatmayacağı, bu nedenle temyiz davasının; sanığın zorunlu müdafiinin temyiz isteminin süresinden sonra olduğundan bahisle reddi yerine, vekaletnameli müdafiice yapılan temyizin, ‘öğrenme’ ile başladığının kabulü ile işin esasına girilerek inceleme yapılmaması yasaya aykırı ise de;
    Hakkındaki ceza mahkûmiyeti, bu haliyle kesinleşmemiş bulunan sanığa atılı suçun gerektirdiği cezanın, suç tarihinde yürürlükte bulunup lehine olan 765 sayılı Türk Ceza Kanununda belirtilen türü ve üst sınırına göre davanın, anılan Yasanın 102/4 ve 104/2. maddelerinde öngörülen beş yıllık asli, yedi yıl altı aylık kesintili zamanaşımı süresine tabi bulunduğu, dolandırıcılık suçunun işlenme tarihi olan 19.04.1999 gününden, Yargıtay 11. Ceza Dairesinin ‘red’ kararının verildiği 25.02.2008"e kadar, kesintili zamanaşımı süresinin geçtiği, bu nedenle de kamu davasının ortadan kaldırılmasına karar verilmesi yerine, yazılı şekilde hüküm verilmesinin yasaya aykırı bulunması sebebiyle anılan karara itiraz edilmesi gerektiği” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurularak “Özel Dairenin 25.02.2008 gün 985-1053 sayılı ‘red’ kararının kaldırılarak, Denizli 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 21.10.2005 gün 263-337 sayılı hükmünün bozulması, ancak bu aykırılığın, yeniden yargılama yapılmadan 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi gereğince uygulanması gereken Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 322. maddesi uyarınca düzeltilmesi mümkün bulunduğundan, aynı Yasanın 322/1. maddesine göre, oluşan zamanaşımı nedeniyle kamu davasının ortadan kaldırılmasına" karar verilmesi talep olunmuştur.
    Dosya Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.


    TÜRK MİLLETİ ADINA
    CEZA GENEL KURULU KARARI
    Yargıtay Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, süresinde yapılmış bir temyiz istemi bulunup bulunmadığı, buna bağlı olarak da zamanaşımının gerçekleşip gerçekleş¬mediğinin belirlenmesi noktalarında toplanmaktadır.
    Ayrıntıları Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 18.03.2008 gün ve 7-56 sayılı kararı başta olmak üzere birçok kararında vurgulandığı üzere; 5271 sayılı Yasanın 150. maddesinin 1, 2 ve 3. fıkraları ve aynı Yasanın 2. maddesindeki tanım uyarınca, ceza yargılamasında, zorunlu veya istek üzerine atanan müdafii ile vekâletnameli müdafii arasında herhangi bir fark öngörülmemiş, 5271 sayılı CYY’nın 150/son madde ve fıkrasında zorunlu müdafiilik ile ilgili sair ayrıntılar çıkarılacak yönetmeliğe bırakılmıştır.
    Bu konuda çıkarılması öngörülen “Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Müdafii ve Vekillerin Görevlendirilmeleri İle Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönet¬melik”, 02.03.2007 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiş bulunmaktadır. Bu nedenle sanığa zorunlu müdafii görevlendirilmesinde hukuka herhangi bir aykırılık bulunmamakla birlikte, zorunlu müdafiinin çalışma, görevinin sona ermesi, sorumluluğunun sınırları ve sanıklarla ilişkileri konusunda yönetmelik hükümlerinin de dikkate alınması gerekmektedir. Anılan yönetmeliğin 5. maddesinin 3. fıkrasına göre, sanıklara çıkarılmış bulunan duruş¬ma davetiyesi “tebliğ tarihinden itibaren yedi gün içinde müdafii bulunup bulun¬madığını bildirmesi, bildirimde bulunmadığı takdirde barodan bir müdafi görevlen¬dirmesinin istene¬ceği…” açıklamasını içermelidir.
    Zorunlu müdafii görevlendirilmiş ve sanığın bunu kabul etmiş ya da bu atamaya karşı herhangi bir itirazda bulunmamış olduğu durumlarda; vekâletnameli müdafie yapılan tefhim ve tebliğde olduğu gibi, zorunlu müdafie yapılan tefhim ve tebliğ de kendisine bağlanan tüm hukuk¬sal sonuçları doğuracaktır.
    Olaya başka bir açıdan bakıldığında;
    Anayasanın 36. maddesinde; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” hükmüne yer verilmiş, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin “adil yargılanma hakkını” düzenleyen 6. maddesinin 3. fıkrasının b ve c bentlerinde ise; “her sanığın en azından,
    ...b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak;
    c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir avukatın yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için mali olanaklardan yoksunsa ve adaletin selameti gerektiriyorsa mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilmek…” hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Buradan çıkarılması gereken sonuç; savunma hakkının, temel insan hakları arasında yer alan hak arama özgürlüğünün bir gereği olduğu ve avukat tutma hakkının da savunma hakkından ayrı düşünülemeyeceği gerçeğidir.
    Mevzuatımızda zorunlu müdafiilik sistemini öngören yasanın amacı, kendisini savunmak için yeterli maddi olanağı bulunmayanların, bu hakkı kullanamamalarından kaynaklanabilecek olası hak kayıplarının önlenmesi, dolayısıyla da savunma hakkının etkin kullanılabilmesinin sağlanması suretiyle adil yargılamanın gerçekleştirilmesidir. Bunun doğal sonucu olarak, maddi olanakları elverişli olan sanık nasıl ki vekâletname vermek suretiyle dilediği avukatı serbestçe tayin edebiliyorsa, maddi olanağı bulunmayan sanığın da aynı şekilde müdafiliğini üstlenecek avukatını serbestçe belirleyebilmesi, en azından kendisine tayin edilen avukatı değiştirme hakkının bulunması, daha da ötesi görülmeye başlayacak davada kendisine müdafii olarak bir avukat atanacağının sanığa bildirilmesi gereklidir. Kendisine müdafii atandığını dahi bilmeyen ya da kendisine müdafii atanmakla birlikte bu avukatın değiştirilmesini isteme hakkına sahip bulunmayan bir sanığın, atandığını dahi bilmediği veya kendisini savunmasını istemediği halde muhatap olmak zorunda kaldığı müdafiin tüm tasarruflarından sorumlu tutulması gerektiğini veya bu müdafiin yaptığı tüm işlemleri peşinen kabul etmiş sayılacağını söylemek nasıl mümkün değilse, böyle bir durumda savunma hakkının tam anlamıyla kullanılabileceğini düşünmek de olası değildir.
    Kendisine zorunlu bir müdafii görevlendirileceğinin sanığa bildirilmediği ve sanığın bu konudaki iradesine değer verilmediği ya da başka bir ifadeyle sanığın bu konudaki iradesinin dosya kapsamından anlaşılamadığı durumlarda, hükmün müdafii yanında sanığın kendisine de tebliğinin, adil yargılanma hakkının bir gereği olduğu kabul edilmelidir.
    Bununla birlikte, kendisine zorunlu müdafii görevlendirileceğinin sanığa bildirildiği ve sanığın da buna herhangi bir itirazının bulunmadığı durumlarda, zorunlu müdafie yapılan tefhim veya tebliğ işlemlerinin aynen vekâletnameli müdafide olduğu gibi geçerli olacağı ve gerek tefhime, gerekse tebliğe bağlı olan sürelerin işlemeye başlayacağı hususunda duraksama yaşanmamaktadır. Dolayısıyla, böyle durumlarda Tebligat Yasası’nın 11. maddesi uyarınca işlem yapılması gerekeceğinden, tebligat asile değil, vekile (müdafie) yapılmalıdır. Aksi halde, zorunlu müdafiliğe yasanın arzu etmediği anlamda simgesel bir anlam yüklenmiş olur ki, bu kabul birçok kargaşayı da birlikte getirir.
    İnceleme konusu somut olayda;
    Denizli 2. Ağır Ceza Mahkemesince 12.09.2003 gün ve 379-229 sayı ile sanığın mahkûmiyetine ilişkin hükmün, Yargıtay C.Başsavcılığınca 23.07.2005 tarihinde lehe yasaların mahkemesince değerlendirilmesi görüşüyle iade edilmesi üzerine, Denizli 2. Ağır Ceza Mahkemesince 19.09.2005 tarihli tensiple, sanığa 5271 sayılı CYY’nın 150/3. fıkrası yollamasıyla 2. fıkrası gereğince müdafi tayin edilmesine ve bulunduğu yer olan Uşak Ağır Ceza Mahkemesine talimat yazılmasına karar verilerek, yargılama 21.10.2005 tarihine ertelenmiş, 21.10.2005 tarihli oturumda, baro tarafından atanan, Avukat N.B..’nın müdafiliğine karar verilip, yazılan talimat cevabının beklenmesinden sarfınazar edilerek, sanık ve katılan ile vekilinin yokluklarında, sanık müdafiinin yüzüne karşı mahkûmiyet hükmü tesis edilmiştir.
    Zorunlu müdafinin yüzüne karşı verilen hüküm bu müdafi tarafından temyiz edilmemiş, ayrıca sanığa da zorunlu müdafii atandığına ilişkin bir bildirimde bulunul¬mamıştır. Bilahare sanık vekili olduğunu beyan eden Ö.D. tarafından karardan mahkemenin kusuru nedeniyle haberdar olunamadığı, 24.10.2005 tarihinde müvekkilin savunması alındığı halde, bundan önce 21.10.2005 tarihinde karar verildiği belirtilerek, yargılamanın yenilenmesi ve eski hale getirme isteminde bulunulmuş,
    Denizli 2. Ağır Ceza Mahkemesince 30.01.2006 gün ve 30 D.İş sayı ile yargılamanın yenilenmesi isteminin reddine, 07.02.2006 gün ve 35 D.İş sayı ile de, bu dilekçenin temyiz dilekçesi olarak kabulü ile eski hale getirme konusunda karar verme yetkisinin temyiz merci olan Yargıtay’a ait olduğu gerekçesiyle dosyanın Yargıtay C.Başsavcılığına gönderilmesine karar verilmiş, Yargıtay 11. Ceza Dairesince de, temyiz isteminin süresinde olmadığından bahisle 1412 sayılı CYUY’nın 317. maddesi uyarınca temyiz isteminin reddine karar verilmiştir.
    Ceza Genel Kurulunun yerleşik kararlarında da vurgulandığı üzere; mahkemenin istemi üzerine baro tarafından görevlendirilmiş olan zorunlu müdafiinin yüzüne karşı yapılmış olan tefhim, kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar edilme¬yen sanık açısından hukuksal sonuç ifade etmediğinden, temyiz süresini de başlatmaz, bu itibarla, bilahare sanık müdafii olduğunu belirten Avukat Ö. D..tarafından eski hale getirme yöntemiyle açılmış bulunan temyiz davasının süresinde olduğunun kabulünde zorunluluk bulunmaktadır.
    Diğer yönden; 5320 sayılı Yasanın 8. maddesi gereğince halen yürürlükte bulunan 1412 sayılı Yasanın 310. maddesinde, temyiz isteminin yüze karşı verilen kararlarda hükmün tefhiminden itibaren bir hafta içinde hükmü veren mahkemeye verilecek bir dilekçe ile veya zabıt kâtibine yapılacak beyanla olacağı, bu takdirde, beyanın tutanağa geçirilerek hâkime tasdik ettirileceği, yoklukta verilen kararlarda ise temyiz süresinin tebliğle başlayacağı belirtilmiş, 5271 sayılı CYY’nın 34/2, 231/2 ve 232/6. maddelerinde ise, hüküm ve kararlarda, başvurulacak yasa yolu, başvurunun yapılacağı mercii, yöntemi ve başvuru süresinin hiçbir duraksamaya yer vermeksizin açıkça belirtileceği hükümlerine yer verilmiş, bu hükümlere aykırılık ise Yasanın 40. maddesi uyarınca eski hale getirme nedeni olarak kabul edilmiştir. Bu hükümler uyarınca, sürenin bildirilmemesi veya yanılgılı bildirilmesi halinde açıklamalı davetiye ile bu hususun tebliğinden sonra süreler başlayacak, yasa yolunun hiç bildirilmemesi, eksik veya yanlış bildirilmesi halinde ise, ilgililere yasa yolu bildirimi tam ve eksiksiz bir şekilde açıklamalı davetiye ile tebliğ edilmek suretiyle hak kayıpları engellenecektir.
    İncelenen hükümde, yasa yolu bildirimi “5320 sayılı Yasanın 8. maddesi delaletiyle 1412 sayılı Yasanın 310. maddesi uyarınca hükmün tebliğ ve tefhiminden itibaren bir hafta içinde mahkememize verilecek bir dilekçe ile veya zabıt kâtibine yapılacak bir başvuru şeklinde” olup, bu sürenin her bir taraf açısından “tefhimden” mi yoksa “tebliğden” itibaren mi başlayacağı açıkça belirtilmediği gibi, eksik yasa yolu bildirimi içeren hüküm de, yasa yolu süresini açıklayan meşruhatla birlikte sanığa tebliğ edilmemiş olduğundan, öğrenme üzerine yapılan temyiz istemi bu nedenle de yerindedir.
    Ceza Genel Kurulunun yerleşmiş karar¬larında da vurgulandığı üzere, Ceza Genel Kurulunca inceleme yapılırken, Özel Daire kararının hukuka aykırı görülerek kaldırılması halinde, itirazın kabulü ile dava derdest hale geleceğinden, dava zamanaşımının gerçek¬leştiğinin saptanması durumunda kamu davasının düşmesine de karar verilmesi gerekmektedir.
    Sanığın 19.04.1999 tarihinde işlediği ve dolandırıcılık suçunu oluşturduğu kabul edilen olayda, anılan suç 765 sayılı TCY’nın 102/4. maddesi uyarınca 5 yıllık asli, 104/2. maddesi uyarınca da 7 yıl 6 aylık kesintili zamanaşımına tabi olup, daha ağır bir suçu oluşturma olanağı bulunmayan eylemde lehe olan 765 sayılı TCY’nın 102/4 ve 104/2. maddeleri uyarınca belirlenen 7 yıl 6 aylık olağanüstü zamanaşımı Özel Dairece henüz incelemenin yapılmadığı 19.10.2006 tarihinde gerçekleşmiştir.
    Bu itibarla, Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının kabulü ile Özel Dairenin temyiz isteminin reddine ilişkin kararının kaldırılmasına, kesintili zamanaşımı gerçekleşmiş bulunduğundan, sanık hakkındaki hükmün bozulmasına ve kamu davasının 5320 sayılı Yasanın 8. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan 1412 sayılı CYUY’nın 322 ve 5271 sayılı CYY’nın 223. maddeleri uyarınca düşmesine karar veril¬melidir.
    SONUÇ:
    Açıklanan nedenlerle;
    1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
    2- Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 25.02.2008 gün ve 985-1053 sayılı temyiz isteminin reddine ilişkin kararının KALDIRILMASINA,
    3- Denizli 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 21.10.2005 gün ve 263-337 sayılı hükmünün gerçekleşen zamanaşımı nedeniyle BOZULMASINA, 5320 sayılı Yasanın 8. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan 1412 sayılı CYUY’nın 322. maddesi uyarınca sanık hakkında dolandırıcılık suçundan açılan kamu davasının 765 sayılı TCY’nın 102/4, 104/2 ve 5271 sayılı CYY’nın 223. maddeleri uyarınca DÜŞMESİNE,
    4- Dosyanın mahalline gönderilmek üzere, Yargıtay C. Başsavcılığına TEVDİİNE, 21.12.2010 günü yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.

     

    Hemen Ara