Esas No: 2018/35517
Karar No: 2018/35517
Karar Tarihi: 28/1/2021
AYM 2018/35517 Başvuru Numaralı ABDUSSEMET İNALHAN VE DİĞERLERİ Başvurusuna İlişkin Karar
TÜRKİYE CUMHURİYETİ |
ANAYASA MAHKEMESİ |
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
ABDUSSEMET İNALHAN VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU |
(Başvuru Numarası: 2018/35517) |
|
Karar Tarihi: 28/1/2021 |
|
BİRİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
Başkan |
: |
Hasan Tahsin GÖKCAN |
Üyeler |
: |
Hicabi DURSUN |
|
|
Muammer TOPAL |
|
|
Recai AKYEL |
|
|
Selahaddin MENTEŞ |
Raportör |
: |
Eren Can BENAKAY |
Başvurucular |
: |
1. Abdussemet İNALHAN |
|
|
2. Eylem İNALHAN |
|
|
3. Gülseher POLAT |
|
|
4. Kadriye İNALHAN |
|
|
5. Maşallah İNALHAN |
|
|
6. Nazlı İNALHAN |
|
|
7. Nisanur İNALHAN |
|
|
8. Remziye İNALHAN |
|
|
9. Zahit İNALHAN |
Başvurucular Vekili |
: |
Av. Arzu PAMUKÇU YÖRDEM |
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru; kızamık aşısı olunmasına rağmen kızamık hastalığına bağlı olarak ortaya çıkan Subakut Sklerozan Panensefalit (SSPE) rahatsızlığı sonucunda sakat kalınması nedeniyle kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının, olay hakkında açılan tam yargı davasının yaklaşık dokuz yıl devam etmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 20/11/2018 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirmemiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:
8. Başvurucuların beyanına göre başvuruculardan Zahit ve Kadriye İnalhan"ın oğlu ve diğer başvurucuların kardeşi olan 1/1/1993 doğumlu M.N.İ. 2002 yılında ilkokul 2. sınıfa gitmekteyken okulda kendisine yapılan kızamık aşısı nedeniyle SSPE hastalığına yakalanmış ve vücut fonksiyonlarını kaybederek yatağa bağımlı hâle gelmiştir.
9. Başvurucular, M.N.İ.nin SSPE hastalığına yakalanmasında ve bu nedenle sakat kalmasında hizmet kusuru bulunduğunu ileri sürerek 10/11/2009 tarihinde Sağlık Bakanlığına müracaat etmiş ve bu olay nedeniyle ortaya çıkan zararlarının tazmin edilmesi talebinde bulunmuştur.
10. Sağlık Bakanlığı yapılan başvuruyu 13/1/2010 tarihli işlemle reddetmiştir. İşlemde M.N.İ.ye aşı yapıldığına dair kayda rastlanılmadığı belirtilmiştir. 15/12/2009 tarihinde ailesi ile yapılan görüşmede, ailesinin 2002 yılında kızamık aşısı yaptırdığını ancak kızamık hastalığı geçirmediğini beyan ettiği ifade edilmiştir. 2005 yılından bu yana SSPE hastalığının bildirilmesi zorunlu bir hastalık olduğu, buna rağmen M.N.İ.nin bildiriminin bulunmadığı vurgulanmıştır. Sonuç olarak M.N.İ.nin SSPE hastası olup olmadığı tam anlaşılmamakla birlikte SSPE hastası olsa bile bu hastalığın ortaya çıkmasında idarenin kusuru bulunmadığı değerlendirmesinde bulunulmuştur.
11. Başvurucular, bunun üzerine 29/1/2010 tarihinde Diyarbakır 2. İdare Mahkemesinde (Mahkeme) dava açmış ve tazminat talebinde bulunmuştur. Başvurucular dava dilekçesinde özetle M.N.İ.nin hastalanması ve tedavi sürecinden bahsetmiştir. M.N.İ.ye kızamık aşısı yapılmış olmasına rağmen bu aşının yeterli dozda ve uygun koşullarda yapılmaması nedeniyle önleyici etkisinin olmadığını ve M.N.İ.nin SSPE hastalığına yakalanarak sakat kaldığını ileri sürmüştür. Başvurucular, kızamık aşısının ülkemizde 1987-1998 yılları arasında tek doz olarak yapıldığını ancak tek doz kızamık aşısının ülke genelinde yaygın ve yeterli dozda yapılmaması nedeniyle önleyici özellik gösteremediğini ifade etmiştir. Başvurucular ayrıca, tüm aşıların kalite kontrollerinin yapılması ve üretimden kullanıcıya kadar soğuk zincir sistemi içinde hareket edilmesi gerekmesine rağmen ülkemizde bu koşullara uygun hareket edilmediğini iddia etmiştir.
12. Mahkeme 2/3/2010 tarihinde davayı incelenmeksizin reddetmiştir. Kararda davanın, idareye yapılan başvurunun reddine ilişkin bu karardan sonra tazminat talebinde bulunularak tam yargı davası açılması gerekirken tam yargı davası açma hakkının saklı tutulduğu belirtilerek idari davaya konu olabilme niteliği bulunmayan ön kararın iptali istemiyle açıldığı belirtilmiştir.
13. Başvurucular 7/5/2010 tarihinde kararı temyiz etmiştir. Dilekçelerinde iptal davası açılmadan önce idareye başvuru yapıldığı, yapılan başvurunun reddedilmesi üzerine davanın açıldığı belirtilmiştir. Söz konusu başvurunun idari davaya konu olabilecek nitelikte olduğu ifade edilmiştir.
14. M.N.İ. geçirdiği SSPE hastalığına bağlı olarak 11/12/2010 tarihinde vefat etmiştir.
15. Danıştay Onbeşinci Dairesi 5/2/2014 tarihinde mahkeme kararını bozmuştur. Kararda, başvurucuların tazminat talebi bulunup bulunmadığının ortaya koyulması amacıyla dilekçenin reddedilmesi gerektiği ifade edilmiştir.
16. Davalı idarenin karar düzeltme talebi aynı Dairenin 19/11/2015 tarihli kararıyla reddedilmiştir.
17. Mahkeme, bozma kararına uyarak 31/12/2015 tarihinde dava dilekçesinin reddine karar vermiştir.
18. Başvurucular 11/3/2016 tarihinde davalarını yenilemiştir. Dilekçelerinde 29/1/2010 tarihli dilekçelerinde bulunan hususları tekrar etmişler ve toplam 115.550 TL manevi tazminat talebinde bulunmuşlardır.
19. Sağlık Bakanlığı, dava tarihinden önce Bakanlık onayıyla oluşturulmuş ve SSPE hastalığı hakkında çeşitli araştırmalar yapmış olan SSPE Bilimsel İnceleme Komisyonunca (Komisyon) hazırlanan rapordaki verilere dayanarak dava konusu olayda hizmet kusuru bulunmadığını savunmuştur.
20. Bu rapor 1970 yılından itibaren Türkiye"de uygulanan kızamık aşısı ile SSPE hastalığı arasındaki ilişkiyi incelemek üzere Sağlık Bakanının 1/7/2005 tarihli ve 6888 sayılı oluru ile kurulan bir komisyon tarafından hazırlanmıştır. Komisyon, rapor hazırlamadan önce diğer bazı araştırmaların yanı sıra Dünya Sağlık Örgütü tarafından yıllara göre önerilen kızamık aşı takvimini ve uygulamalarını incelemiş, dünyada tek doz kızamık aşısı uygulanan ülkelerdeki SSPE görülme sıklığını araştırmış, ayrıca Türkiye"deki üniversite ve eğitim hastanelerinde takip/tedavi edilen SSPE olgularının sayısını tespit etmeye çalışmıştır.
21. Komisyon, toplam üç toplantı yaparak 5/4/2006 tarihli bir rapor hazırlamıştır. Komisyon tarafından hazırlanan raporda sonuç olarak aşağıdaki değerlendirmeler yapılmıştır:
"Sonuç olarak;
1. Ülkemizde, Sağlık Bakanlığı tarafından GBP kapsamında uygulanan tüm aşıların kalite kontrolleri yapılmakta ve üretimden kullanıcıya soğuk zincir sistemi içerisinde ulaştırılmaktadır.
2. Sağlık Bakanlığı kayıtlarına göre kızamık aşısı rutin aşılama programı içerisinde 1998 yılına dek her zaman tek doz uygulanmıştır, bu süre içerisinde iki dozdan tek doza geçildiği bir dönem olmamıştır. 1998 yılında okullarda yaşanan kızamık salgınlarını önlemek amacıyla ilköğretim 1. sınıfta 2. doz uygulaması başlatılmıştır.
3. Ülkemizde geçmişte uygulanmış ve halen uygulanmakta olan kızamık aşılama şemaları başta DSÖ olmak üzere uluslararası uygulamalarla ve bilimsel bulgularla uyumludur.
4. SSPE hastalığı kızamık aşısının değil kızamık hastalığının komplikasyonudur. SSPE olgularından kızamık hastalığı virüsü sorumludur.
5. Ülkemizde aşılanma oranları göz önüne alındığında SSPE insidansının benzer ülkelerden çok farklı olmadığı görülmektedir.
6. Ülkemizde SSPE olguları aşılama oranlarının ve aşı ile elde edilen toplumsal bağışıklığın düşük olduğu dönemlerde görülen kızamık olgularından kaynaklanmaktadır.
(...)"
22. Mahkeme 27/4/2017 tarihinde davayı reddetmiştir. Kararda M.N.İ.nin idarece aşılandığının belirlenemediği vurgulanmıştır. Aşılanma olsa dahi idarenin kusurlu olabilmesi için aşının bozuk olması gerektiği, uygulanan tüm aşıların kalite kontrollerinin yapılması ve üretimden kullanıcıya dek soğuk zincir sistemi içerisinde güvenle ulaştırılması nedeniyle bunun mümkün olmadığı belirtilmiştir. Bunun dışında aşı yaptırılıp yaptırılmama açısından ise asıl sorumluluğun ailelerde bulunduğu ifade edilmiştir. Öte yandan SSPE hastalığının kızamık aşısının değil kızamık hastalığının bir komplikasyonu olduğu, SSPE hastalığının yapıldığı iddia edilen aşıdan kaynaklandığı hususunun bilimsel olarak kabul edilemeyecek nitelikte olduğu değerlendirmesinde bulunulmuştur. Tüm bu veriler ışığında yaşanılan vefat olayında idareye atfedilebilecek kusur bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
23. Başvurucular kararı temyiz etmiştir. Danıştay Onbeşinci Dairesi 6/3/2018 tarihli kararla ilk derece mahkemesi kararının onanmasına karar vermiştir.
24. Başvurucuların karar düzeltme istemi aynı Dairenin 18/9/2018 tarihli kararıyla reddedilmiştir.
25. Nihai karar 1/11/2018 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucular 20/11/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
IV. İLGİLİ HUKUK
26. Anayasa Mahkemesi daha önceki içtihadında başvuru konusuyla ilgili olarak derece mahkemelerince verilen kararlara dayanak oluşturan ulusal ve uluslararası mevzuata ve konuyla ilgili AİHM içtihadına yer vermiştir (Leyla Doğan ve Salih Doğan, B. No: 2015/4662, 10/10/2018, §§ 25-66; Emine Sonsuz ve Sedat Sonsuz, B. No: 2015/3786, 10/10/2018, §§ 27-68).
V. İNCELEME VE GEREKÇE
27. Mahkemenin 28/1/2021 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Kişinin Maddi ve Manevi Varlığını Koruma ve Geliştirme Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
1. Başvurucuların İddiaları
28. Başvurucular, M.N.İ.nin SSPE hastalığına yakalanarak vefat ettiğini ifade etmiştir. Başvurucular; M.N.İ.nin SSPE hastalığına yakalanmasında ve ölümünde Sağlık Bakanlığının hizmet kusurunun bulunduğunu, buna rağmen ölümle neticelenen olay hakkında açılan davadan olumlu netice alamadıklarını belirtmiştir. Başvurucular; kızamık aşısı uygulamasının sıkı denetim ve takip gerektirdiğini ancak Sağlık Bakanlığının bunu başaramadığını, tek doz kızamık aşısının uygun koşullarda ve yeterli dozda yapılmaması nedeniyle önleyici özellik göstermediğini ileri sürmüştür. Sağlık Bakanlığının doğru ve uygun bir aşılama yapmadığını, M.N.İ.ye sadece tek doz aşı yapıldığını, bu aşının da uygun koşullarda yapılmadığını iddia ederek kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.
2. Değerlendirme
29. İddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak Anayasa’nın "Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı" kenar başlıklı 17. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
"Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir."
30. Anayasa’nın 5. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
"Devletin temel amaç ve görevleri, …kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; ...insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır."
31. Anayasa"nın 56. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
"Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler."
32. Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında; herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu belirtilmekte olup söz konusu düzenleme, Sözleşme’nin 8. maddesi çerçevesinde özel hayata saygı hakkı kapsamında güvence altına alınan fiziksel ve zihinsel bütünlüğün korunması hakkına karşılık gelmektedir. Başvuruya konu olay, kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına ilişkin olarak devletin pozitif yükümlülükleri çerçevesinde sınırlı olarak incelenmiştir.
a. Kabul Edilebilirlik Yönünden
33. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Esas Yönünden
i. Genel İlkeler
34. Anayasa"nın 17. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu belirtilmektedir. Bu kapsamda anılan Anayasa hükmü ile kişinin maddi ve manevi varlığının bütünlüğü, gerek kamusal yetkilerle donatılmış kişilerin gerekse özel kişilerin müdahalelerine karşı güvence altına alınmıştır (Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 40).
35. Devlet, bireylerin yaşam hakkı ile maddi ve manevi varlıklarını koruma hakkı kapsamında sağlık hizmetlerini -ister kamu isterse özel sağlık kuruluşları tarafından yerine getirilsin- hastaların yaşamları ile maddi ve manevi varlıklarının korunmasına yönelik gerekli tedbirlerin alınabilmesini sağlayacak şekilde düzenlemek zorundadır (Nail Artuç, B. No: 2013/2839, 3/4/2014, § 35).
36. Bu çerçevede devletin egemenlik alanında yaşayan ve kontrolü altında bulunan kişilerin maddi ve manevi varlıklarına yönelen müdahaleleri önleme, önlenememiş olan müdahalelere yönelik olarak da gerekli soruşturma, kovuşturma, failleri tespit edip cezalandırma ve gerektiğinde bundan doğan zararları etkili bir şekilde bizzat karşılama veya sorumlularına karşılatma yükümlülüğü bulunmaktadır. Kişilerin vücut bütünlüğüne yapılan bir müdahaleden doğan zararlara yönelik etkili bir tazminin sağlanamadığı ve bu çerçevede devletin Anayasa’nın 17. maddesinden doğan koruma yükümlülüğünü yerine getirmediği durumlarda kişinin vücut bütünlüğünün korunduğundan söz edilemez (Özkan Şen, § 40; Yasin Çıldır, B. No: 2013/8147, 14/4/2016, § 37).
37. Söz konusu pozitif yükümlülük, sağlık alanında yürütülen faaliyetleri de kapsamaktadır. Nitekim Anayasa’nın 56. maddesinde herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu, devletin "herkesin hayatını beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak (…) amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini" düzenleyeceği, bu görevini kamuda ve özel sektörde yer alan sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanmak suretiyle onları denetleyerek yerine getireceği kurala bağlanmıştır (İlker Başer ve diğerleri, B. No: 2013/1943, 9/9/2015, § 44).
38. İlke olarak tıbbi ihmallere ilişkin şikâyetler konusunda temel başvuru yolu, hukuki sorumluluğu tespit adına takip edilecek olan hukuk veya idari tazminat davası yoludur (Nail Artuç, § 38).
39. Etkili yargısal koruma sağlamada mağdurların kendi inisiyatifleri ile hukuk veya idare mahkemesinde açtıkları dava yollarının sadece hukuken mevcut bulunması yeterli olmayıp bu yolun uygulamada fiilen de etkili olması ve başvurulan makamın, ihlal iddiasının özünü ele alma yetkisine sahip bulunması gereklidir. Başvuru yolunun ancak bir hak ihlali iddiasını önleyebilmesi, devam etmekteyse sonlandırabilmesi veya sona ermiş bir hak ihlalini karara bağlayabilmesi, bunun için uygun bir giderim sunabilmesi hâlinde etkililiğinden söz etmek mümkün olabilir (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 26; Filiz Aka, B. No: 2013/8365, 10/6/2015, § 39).
40. Diğer taraftan bu yöndeki pozitif yükümlülüğün sonuç yükümlülüğü olmayıp uygun araçların kullanılması yükümlülüğü olması, her davada başarılı olunması veya mağdurların olaylarla ilgili beyanlarıyla bağdaşan bir sonuca varılması gerektiği anlamına gelmemektedir. Bununla beraber kural olarak dava, olayın gerçekleştiği koşulları belirleyecek ve iddiaların doğruluğunun kanıtlanması hâlinde sorumlularının tespit edilerek uygun telafi imkânlarını sağlayacak nitelikte olmalıdır (Nail Artuç, § 45; Hilmi Düzgüner, B. No: 2014/9690, 11/5/2017, § 50).
41. Anayasa Mahkemesi için bu noktada önemli olan husus, yürürlükteki yargısal sistemin ihmale yönelik davranışlar ve tıbbi hatalar nedeniyle maddi ve manevi varlığa yapılan müdahalelerden doğan sorumluluğu hiçbir durumda belirsizlik içinde bırakmamasıdır. Anayasa Mahkemesinin bu noktadaki görevi, derece mahkemelerinin Anayasa"nın 17. maddesi ile öngörülen dikkatli ve özenli inceleme şartını ne ölçüde yerine getirdiğini incelemektir (Aysun Okumuş ve Aytekin Okumuş, B. No: 2013/4086, 20/4/2016, § 72; Perihan Uçar ve diğerleri, B. No: 2013/5860, 1/12/2015, § 57; Hilmi Düzgüner, § 51).
42. Olayların oluşumuna ilişkin delillerin değerlendirilmesi öncelikle idari ve yargısal makamların ödevidir (Murat Atılgan, B. No: 2013/9047, 7/5/2015, § 43). Ayrıca Anayasa Mahkemesinin görevi, herhangi bir davada bilirkişi raporu veya uzman mütalaasının gerekli olup olmadığına karar vermek değildir. Bilirkişi raporu ve benzeri delillerin kabul edilebilirliği ve değerlendirilmesi hususları derece mahkemelerinin yetkisi dâhilindedir. Buna karşın Anayasa Mahkemesinin, başvurucunun yargılama kapsamında alınan bilirkişi raporunun bir hükme ulaşılırken dikkate alınması talebinin reddi kararının da tarafların haklarını koruma amacına yönelik yeterli güvenceleri içeren bir usul çerçevesinde verilip verilmediğini incelemesi gerekmektedir (Ahmet Gökhan Rahtuvan, B. No: 2014/4991, 20/6/2014, §§ 59, 60).
43. Öte yandan Anayasa Mahkemesinin kural olarak bilirkişilerin vardığı sonuçları, mevcut tıbbi bilgilerden hareketle birtakım tahminlere yer vererek sahip olduğu bilimsel bakış açılarının doğru olup olmadığı yönünden irdeleme görevi de bulunmamaktadır (Yasin Çıldır, § 65).
44. Ancak kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı kapsamında yerine getirmek zorunda olduğu usul yükümlülüklerinin somut olayda yerine getirilip getirilmediğinin nesnel bir şekilde değerlendirilmesi, ilgili anayasal kurallar bağlamında derece mahkemelerinin kendilerine tanınmış takdir yetkileri çerçevesinde hareket edip etmediklerinin denetlenmesi gerekir. Bu bağlamda müdahaleyi haklı göstermek için öne sürülen gerekçelerin ilgili ve yeterli olup olmadığı incelenmelidir (Murat Atılgan, § 44).
ii. İlkelerin Olaya Uygulanması
45. Somut olayda başvurucular, M.N.İ.nin SSPE hastalığına yakalanarak vefat etmesi ve idare aleyhine açtıkları tam yargı davasının reddedilmesinden sonra kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının ihlal edildiği iddiasıyla bireysel başvuruda bulunmuştur. Başvurucular, SSPE hastalığına kızamık aşısının neden olduğu yönünde bir iddia ileri sürmemiştir. Başvurucular gerek derece mahkemelerine sundukları dilekçelerde gerekse bireysel başvuru formunda çocuklarına kızamık aşısı yaptırdıkları hâlde bu aşının yeterli dozda ve uygun koşullarda yapılmaması nedeniyle önleyici etki gösteremediğini ileri sürmüştür. Başvurucular ayrıca, kızamık aşısının ülke genelinde yaygın olarak yapılmamış olmasından şikâyet etmiştir.
46. Öncelikle M.N.İ.ye idare tarafından kızamık aşısı yapılıp yapılmadığının açıklığa kavuşturulması gerekir. Zira aşının uygun koşullarda yapılmadığı iddiası, M.N.i.ye aşı yapılıp yapılmadığı hususu ile doğrudan bağlantılıdır. Başvurucular, bireysel başvuru formunda çocuklarına ilkokul 2. sınıfa gitmekteyken kızamık aşısı yapıldığını belirtmiştir. Başvurucuların bu iddiası ile ilgili olarak derece mahkemelerince ise idarenin aşı kayıtları istenilmiş, aşı formlarında M.N.İ.ye aşı yapıldığını gösteren herhangi bir bilginin bulunmadığından M.N.İ.ye aşı yapıldığı tespit edilememiştir.
47. Bu durumda sağlık ocağı personelinin koruyucu sağlık hizmetlerini yürüttüğü sırada tutmakla yükümlü olduğu kayıtlara ilişkin iç hukukta ne gibi düzenlemeler olduğunun açıklanması ve derece mahkemelerince verilen kararların bu kapsamda değerlendirilmesi yerinde olacaktır.
48. 5/1/1961 tarihli ve 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun"un 10. maddesinin ikinci fıkrasında; sağlık ocakları ve evlerinin her türlü koruyucu hekimlik hizmetlerini, hastaların muayene ve tedavisi ile sağlık ocağına kayıtlı şahısların sağlık sicillerini tutmakla mükellef olduğu belirtilmiştir. Keza Sağlık Bakanlığının 13/8/1993 tarihli ve 09762 sayılı Genelgesi"nin "Aşı Uygulamalarında Genel Prensipler" başlıklı kısmında aşı uygulamalarının ilgili tüm formlara zamanında, tam ve doğru olarak kaydedilmesinin sağlanması gerektiği ifade edilmiştir.
49. Başvurucular, yukarıda açıklanan aşı kayıt sisteminin yetersiz olduğu yahut bu sistemin uygulamada etkili bir şekilde işlemediği yönünde bir iddia ileri sürmemiştir. Başvuru formu ve eklerinde söz konusu sistemin uygulamada etkili bir şekilde işlemediğine işaret eden herhangi bir veri de tespit edilememiştir.
50. Derece mahkemelerinin olaylara ilişkin tespitleri Anayasa Mahkemesi açısından bağlayıcı olmamakla birlikte Anayasa Mahkemesinin derece mahkemelerinin tespitlerinden farklı bir tespitte bulunabilmesi için bu hususta ikna edici unsurların mevcut olması gerekmektedir. Derece mahkemeleri, dava dosyasında bulunan bilgi ve belgeleri dikkate alarak M.N.İ.ye ilk doz kızamık aşısının yapılmadığı sonucuna ulaşmıştır. Derece mahkemeleri bu sonuca ulaşırken, M.N.İ.ye aşı yapıldığına dair herhangi bir kayda rastlanmadığını belirten Lice Toplum Sağlığı Merkezinin yazılarına ve başvurucunun M.N.İ.ye aşı yapıldığını gösteren herhangi bir bilgi ve belgeyi dava dosyasına sunmamış olmasına dayanmıştır. Başvuru formu ve ekleri bir bütün olarak ele alındığında derece mahkemeleri kararlarının dava dosyasında bulunan delillerle açıkça çelişecek biçimde verildiğinden söz edilemeyeceği değerlendirilmiştir. Bu durumda somut olayda derece mahkemelerinin M.N.İ.ye ilk doz kızamık aşısının yapılmadığı yönündeki tespitinden ayrılmayı gerektirecek ikna edici bir nedenin bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
51. M.N.İ.ye kızamık aşısı yapıldığının kanıtlanamadığı dikkate alındığında kızamık aşılarının uygun koşullarda yapılıp yapılmadığının ve aşı uygulamasında soğuk zincir sistemine uyulup uyulmadığının ayrıca incelenmesinin gerekli olmadığı değerlendirilmiştir.
52. Başvuru konusu olayda, kızamık aşısı uygulamasının sıkı denetim ve takip gerektirdiği ancak Sağlık Bakanlığının bunu başaramadığı yönündeki iddiaların ayrıca incelenmesi gerekir.
53. Koruyucu sağlık hizmetlerinin etkili ve verimli bir şekilde organize edilmesi ve bireylere sunulması konusunda devletin belli ölçüde pozitif yükümlülüklerinin bulunduğu açıktır. Devletin öncelikle bulaşıcı bir hastalığın görülmesi hâlinde bu durumu tespit etmeye elverişli bir sistem kurması ve bu vakanın bir salgına dönüşmemesi için gerekli olan önlemleri alması gerekir.
54. Hastalığın ihbarı ve bildirimi sisteminde gerek kamusal makamların gerekse anne ve babanın oldukça hassas davranması gerekir. Anne ve babaların bulaşıcı bir hastalığa yakalanan yahut yakalandığından şüphelendikleri çocuklarını derhâl sağlık kuruluşlarına ulaştırması, sağlık kuruluşlarındaki görevlilerin de söz konusu vakayı değerlendirerek gerekli önlemleri alması gerekir.
55. Gerekli önlemlerin alınması noktasında devletin yüksek aşılama oranlarına ulaşarak toplumun bağışıklığını güçlendirmesi önemlidir. Devletin normal dönemlerde yüksek aşılama oranlarına ulaşması ve toplumun bağışıklığını güçlendirmesi yönünde pozitif yükümlülükleri bulunmakla birlikte bu pozitif yükümlülüklerin kapsamının bulaşıcı hastalığa ilişkin bir vakanın görülmesi ve/veya bu durumun bir salgına işaret etmesi hâlinde daha geniş olacağı da muhakkaktır.
56. Bulaşıcı hastalıklarla mücadele kapsamında önemli hükümler içeren 24/4/1930 tarihli ve 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu yürürlüktedir. Bu Kanun"un 88. maddesinde çiçek aşısı mecburi bir aşı olarak öngörülmüştür. Bunun yanı sıra 1593 sayılı Kanun’un 57. maddesinde kızamık hastalığı da dâhil olmak üzere belirli hastalık türleri sayılmış, 72. maddesinde ise 57. maddede zikredilen hastalıklardan birinin ortaya çıkması veya ortaya çıkmasından şüphe edilmesi durumunda bir kısım tedbirlere başvurulacağı belirtilmiş ve söz konusu tedbirler arasında hastalara veya hastalığa maruz bulunanlara serum ya da aşı uygulanması şeklindeki tedbire de yer verilmiştir. Başvuruya konu olayların meydana geldiği dönemde yürürlükte bulunan Genelge"de ise bebeklik dönemini de kapsayacak şekilde belirli yaş grupları için çeşitli periyotlar dâhilinde bazı aşıların uygulanmasına ilişkin esas ve usuller düzenlenmiştir (Halime Sare Aysal [GK], B. No: 2013/1789, 11/11/2015, §§ 71, 72).
57. Bu aşamada Komisyon raporundaki verilere değinmek yerinde olacaktır. Başvurucular, bireysel başvuru formunda anılan rapora yönelik herhangi bir iddia ve itiraz ileri sürmemiştir. Başvuru formu ve eklerinde, çeşitli üniversitelerde görev yapan akademisyenlerce hazırlanan söz konusu raporun objektifliğinin ve/veya yeterliğinin sorgulanmasına neden olabilecek herhangi bir husus da tespit edilememiştir. Dolayısıyla devletin aşılama konusundaki pozitif yükümlülüklerinin kapsamı değerlendirilirken bu rapordaki verilerden yararlanılmasında herhangi bir sakınca olmadığı kanaatine varılmıştır.
58. Derece mahkemelerince hükme esas alınan Komisyon raporunda, kızamık hastalığından ve hastalığın yol açtığı komplikasyonlardan korunmanın tek yolunun duyarlı nüfusun yaygın ve etkin aşılanması ile toplumun bağışıklığının yükseltilmesi olduğu ifade edilmiştir. Raporda, Türkiye"de 1970 yılında başlatılan rutin kızamık aşı uygulamasının Dünya Sağlık Örgütü ve Bağışıklama Danışma Kurulu önerileri doğrultusunda 1970 yılından 1998 yılına kadar tek doz olarak sürdürüldüğü, aşılanma oranının 1987 yılından bu yana giderek artış gösterdiği, bu oranın 1987-1990 yılları arasında %60,7"ye, 1991-1994 yılları arasında %73,7"ye ulaştığı belirtilmiştir. Raporda, başvurucunun oğlunun dünyaya geldiği 1995 yılının da aralarında bulunduğu 1995-1998 döneminde %76 aşılama oranına ulaşıldığı ifade edilmiştir. Raporda ayrıca 2003-2005 yılları arasında gerçekleştirilen kızamık aşı günleri kapsamında 15 yaş altı 18,5 milyon çocuğa aşı yapıldığı belirtilmiştir.
59. Söz konusu veriler dikkate alındığında başvurucunun oğlu M.N.İ.nin dünyaya geldiği dönemde kızamık hastalığının eliminasyonu tam olarak gerçekleştirilememiş ise de kızamık hastalığının eliminasyonu için sürekli olarak artan aşılama oranlarına ulaşıldığı ve bu kapsamda rutin aşılamaların yanı sıra çeşitli aşı kampanyaları yürütüldüğü görülmektedir. İhtiyaçların öncelik sıralamasının belirlenmesinde ve kamusal kaynakların hangi sağlık hizmetine ne kadar tahsis edileceği hususunda idari makamların daha elverişli konumda oldukları dikkate alındığında somut olayda anılan dönemde kızamık hastalığının tamamen yok edilememiş olmasında yetkili makamlara bir sorumluluk atfedilemeyeceği değerlendirilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde, başvurucuların yaşadığı bölgede başvuruya konu olayın meydana geldiği dönemde rutin aşılamaların yanı sıra ek bazı önlemlerin alınmasını gerektirebilecek bir durumun olduğuna ve bu hususta o dönemde yetkili olan kamu makamlarına bildirimde bulunulduğuna ilişkin bir kayıt da mevcut değildir. Başvurucular da olayların meydana geldiği dönemde, M.N.İ. henüz kızamık hastalığına yakalanmamış iken yakın çevrelerinde kızamık hastalığı görülmesi üzerine yetkili kamu makamlarına durumu bildirdiğini yahut kamu makamlarının durumu bildiğini ancak kamu makamlarının gerekli tedbirleri almadığını ileri sürmemiştir. Esasında bulaşıcı hastalığa ilişkin bir vakanın görülmediği ve/veya bir salgının ya da salgın tehlikesinin olmadığı normal durumlarda derece mahkemelerinin kararlarında da belirtildiği üzere aşı takip sorumluluğunun asıl olarak anne ve babalar üzerinde olduğu kabul edilmelidir.
60. Başvuru konusu olayda son olarak Türkiye"deki kızamık aşılarının 1998 yılına kadar çift doz yerine tek doz olarak yapılması hususuna değinmek gerekir. Derece mahkemelerince hükme esas alınan bilirkişi raporuna göre Dünya Sağlık Örgütü 1970 yılı sonlarında kızamık aşısını bebeklik çağında yapılması gereken aşılar arasına almış, aşı uygulama zamanını 1986-1989 yılları arasında dokuzuncu ayda tek doz olarak önermiş, 1993 yılında ise kızamık eliminasyonunu hedefleyen ülkeler için ikinci dozu önermiş ancak gelişmekte olan ülkeler için rutin iki doz aşı uygulamasının erken olduğunu ve ilk dozda yüksek oranlara ulaşılmasına öncelik verilmesi gerektiğini belirtmiştir. Rapordaki bilgilere göre Dünya Sağlık Örgütü 1998 yılında da dokuzuncu ayda tek doz önerisini devam ettirmiş ancak 2000 yılında dokuzuncu aydaki ilk doz kızamık aşısına ek olarak çocuklara ikinci doz fırsatının verilmesini önermiş ve 2003 yılında da bu önerisini tekrar etmiştir. Başvuru formu ve eklerindeki bu bilgi ve belgeler dikkate alındığında Türkiye"de belli bir dönem tek doz olarak uygulanan kızamık aşısının anılan dönemdeki uluslararası standartlarla uyumlu olduğu, o dönemdeki uluslararası standartlara uygun olarak hareket eden kamu makamlarının sonradan ortaya çıkan sonuçlardan sorumlu tutulamayacağı değerlendirilmiştir.
61. Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde somut olayda devletin koruyucu sağlık hizmetleri kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getiremediğini söylemek mümkün değildir. Ayrıca dava reddedilmiş bile olsa başvurucunun etkili bir yargısal korumadan yararlanamadığı da söylenemez.
62. Açıklanan gerekçelerle başvuru konusu olayda kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının ihlal edilmediğine karar verilmesi gerekir.
B. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
1. Başvurucuların İddiaları
63. Başvurucular, M.N.İ. hayattayken Adli Tıp Kurumuna gönderilmemesi, idarenin gerekli tedbirleri almamasına bağlı olarak kusurlu olmasına rağmen davalarının reddedilmesi, hastane kayıtlarının mahkemelerce dikkate alınmaması nedeniyle adil yargılanma haklarının; uzun süren yargılama nedeniyle makul sürede yargılanma haklarının ve eşitlik ilkesinin; ileri sürmüş oldukları hususların mahkemelerce değerlendirmemiş olması nedeniyle savunma haklarının; bunların yanı sıra özel hayata saygı haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
2. Değerlendirme
64. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
"Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir."
65. Başvurucular adil yargılanma haklarının, özel hayata saygı haklarının ve eşitlik ilkesinin ihlal edildiğini ileri sürmüşse de başvurucuların iddialarının ilk bakışta açıkça dayanaktan yoksun ve temellendirilmemiş olduğunun anlaşılması nedeniyle anılan iddialar için ayrıca değerlendirme yapılmasına gerek bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
a. Kabul Edilebilirlik Yönünden
66. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Esas Yönünden
67. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin idari yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği, yargılaması devam eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği tarih esas alınır (Selahattin Akyıl, B. No: 2012/1198, 7/11/2013, §§ 45, 47).
68. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin idari yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Selahattin Akyıl, § 41).
69. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda verdiği kararlar dikkate alındığında 8 yıl 10 ay 8 günlük yargılamaya ilişkin sürenin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.
70. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
C. 6216 Sayılı Kanun"un 50. Maddesi Yönünden
71. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
72. Başvurucular; ihlalin tespiti, yargılamanın yenilenmesi ile 200.000 TL maddi ve 200.000 TL manevi tazminata karar verilmesi talebinde bulunmuştur.
73. Somut olayda makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.
74. İhlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında başvuruculara net 28.000 TL manevi tazminatın müştereken ödenmesine karar verilmesi gerekir.
75. Anayasa Mahkemesinin maddi tazminata hükmedebilmesi için başvurucunun uğradığını iddia ettiği maddi zarar ile tespit edilen ihlal arasında illiyet bağı bulunmalıdır. Başvurucuların bu konuda herhangi bir belge sunmamış olması nedeniyle maddi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekir.
76. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 294,70 TL harç ve 3.600 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.894,70 TL yargılama giderinin başvuruculara müştereken ödenmesine karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
2. Adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. 1. Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkının İHLAL EDİLMEDİĞİNE,
2. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Başvuruculara net 28.000 TL manevi tazminatın MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE, tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,
D. 294,70 TL harç ve 3.600 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.894,70 TL yargılama giderinin başvuruculara MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,
E. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
F. Kararın bir örneğinin bilgi için Diyarbakır 2. İdare Mahkemesine (E:2016/420, K:2017/874) GÖNDERİLMESİNE,
G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 28/1/2021 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.