Taraflar arasında görülen davada;
Davacı, davalılardan R.. A.. adına kayıtlı 298 parsel sayılı taşınmazın bir bölümünün kıyı kenar çizgisi içinde kaldığını, yine 298 parselin önüne isabet eden kıyıda devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan alana da davalılar tarafından iskele, güneşlenme terası yapılmak, şezlong vs. konulmak suretiyle müdahale edildiğini, ileri sürerek, kıyı kenar çizgisi içinde kalan kısmın iptali ile tescil dışı bırakılmasını, bu kısımda muhdesat bulunması halinde yıkımını ve davalıların kıyı vasfındaki alana elatmanın önlenmesi ve muhdesatların yıkımını istemiştir.
Davalı Raziye, muhdesatların dava açıldıktan sonra yıkıldığını bildirip, davanın reddini savunmuş, diğer davalılar yanıt vermemiştir.
Mahkemece, dava konusu parselin kıyı kenar çizgisi içinde kalmadığı, iskelenin davanın devamı sırasında yıkıldığı, tecavüzün ortadan kalktığı gerekçeleri ile tapu iptali davasının reddine, devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yere elatmanın önlemesi ve yıkım isteği bakımından konusu kalmayan dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına hükmedilmiştir.
Karar, davacı vekili tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp, düşünüldü.
Dava, 3621 Sayılı Yasadan kaynaklanan tapu iptali ve devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yere elatmanın önlenmesi ile yıkım isteklerine ilişkindir.
Mahkemece, devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerdeki iskelenin, davanın devamı sırasında yıkıldığının anlaşıldığı gerekçesiyle bu istek yönünden karar verilmesine yer olmadığına, 298 sayılı parselin ise kıyı dışında kaldığının saptanması nedeniyle tapu iptali davasının da reddine karar verilmiştir.
Gerçekten de, 28.11.1997 tarihli 5/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı gereğince saptanan kıyı kenar çizgisine göre 298 sayılı parselin kıyıda kalmadığı tespit edilerek tapu iptali davasının reddine ve çekişme konusu parsel dışındaki devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yer yönünden elatmanın önlenmesi ve yıkım isteği konusundaki davanın konusuz kalması nedeniyle karar verilmesine yer olmadığına şeklinde hüküm kurulmuş olmasında kural olarak bir isabetsizlik yoktur.
Ancak, çekişme konusu taşınmazın kadastro tespiti 23.7.1972 tarihinde yapılmış, 24.2.1973 tarihinde kesinleşmiştir. Eldeki dava ise, 26.7.2004 tarihinde açılmış ve 2.4.2010 tarihinde karara bağlanmıştir.
Oysa dava, derdest iken 14.3.2009 tarihinde yürürlüğe giren ve 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 12/3. maddesi hükmüne bazı ilave düzenlemeler getiren 5841 Sayılı Yasa ile taşınmazın niteliğine ve tarafların sıfatına bakılmaksızın kesin hüküm halini almamış eldeki davalarda da 3402 Sayılı Yasanın 12/3.maddesinde öngörülen hak düşürücü sürenin uygulanması gerekeceği öngörülmüştür. O halde, anılan yasa hükümlerinin eldeki bu davada da gözetilmesi gerekeceği tartışmasızdır.
Öte yandan, hak düşürücü süre olumsuz dava şartlarından olup, kamu düzeniyle ilgili bulunduğundan mahkemece dava süresince re"sen nazara alınması gerekli bir kuraldır. Ayrıca, bir davada hak düşürücü süre söz konusu ise işin esastan değil hak düşürücü süreden reddi gerekir. Buna göre, iptal ve terkin davasının hak düşürücü süreden reddi yerine mahkemece somut olayda çekişmeli taşınmazı kıyı kenar çizgisine göre kıyıda kalmadığı gerekçesiyle reddine karar verilmiş olması doğru değildir.
Diğer taraftan, 19.1.2011 tarihinde yürürlüğe giren ve 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 36.maddesi hükmüne 36/A maddesi ile ilave düzenlemeler getiren 6099 Sayılı Yasanın 16. ve 17.maddelerine göre kadastro işlemlerinden kaynaklanan sebeple devlet, kamu tüzel kişileri ve kamu kurumları tarafından açılan davalar nedeniyle davalı tarafın yargılama giderlerinden ve bu giderlerden sayılan avukatlık ücretinden sorumlu tutulamayacağı öngörülmüştür.
Anılan yasanın 17.maddesinde de bu kuralın infaz aşamasına kadar geçerli olduğu ayrıca belirtilmiştir.
O halde, eldeki davada anılan yasal düzenlemelerin de gözetilmesi gerekeceğinde kuşku bulunmamaktadır.
Öyle ise, tapu iptal ve terkin isteği bakımından yapılan yargılama giderlerinden ve bu giderlerden sayılan avukatlık ücretinden davalı tarafın sorumlu tutulmaması gerekeceği açıktır.
Ne varki, davada tapu iptal isteği yanında çekişmeli parselin dışında kalan devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yere de elatmanın önlenmesi ve yıkım isteğinde bulunulduğundan ve dava sırasında elatmaya son verildiğinden bu konudaki talep bakımından davanın açıldığı tarihe göre davalı tarafın yargılama giderleri ve avukatlık ücretinden sorumlu tutulması gerekeceğinde kuşku yoktur.
Öte yandan, yargılama sırasında yürürlüğe giren yasal düzenleme uyarınca davanın reddi halinde davada vekille temsil edilen davalı yararına avukatlık ücretine karar verilemeyeceği de tartışmasızdır.
Hal böyle olunca, öncelikle tapu iptali isteği bakımından davanın 5841 Sayılı Yasa hükümleri gereğince hak düşürücü süreden reddine, davacı yararına hüküm altına alınan avukatlık ücretinin tapu iptal davasına değil, elatmanın önlenmesi ve yıkım isteğine hasredilmesine, davalı yararına avukatlık ücreti takdirine gerek bulunmadığına, ayrıca gerek iptal ve gerekse diğer istekler bakımından istek ayırt edilmeksizin müştereken yapılan yargılama giderlerinden tapu iptali davası için yapılacak giderler ile diğer istekler bakımından hak ve nesafet kuralları gözetilerek, belirli oranlarda taraflara yükletilmesi bakımından bir hüküm kurulması için yerel mahkeme kararı bozulmalıdır.
Davacının, temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle, hükmün HUMK."nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 16.02.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.