Esas No: 2011/14239
Karar No: 2012/2256
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2011/14239 Esas 2012/2256 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ : GÜNEY ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 09/06/2011
NUMARASI : 2008/52-2011/23
arasında görülen davada;
Davacı, 76 yaşında olduğunu, ilk eşinin ölümü üzerine çocukları ilgilenmediği için Azerbaycan uyruklu bir kadınla ikinci evlilik yapmak zorunda kaldığını, davalı olan çocuklarının miras paylaşımı endişesiyle evliliğe karşı çıktıklarını, bakmak, yardımcı olmak, ilgilenmek ve istediği zaman iade etmek vaadiyle tüm malvarlığının adlarına temlikini sağladıklarını, “…bir süre sonra seni bırakır, istediğinde geri veririz” diyerek kandırdıklarını, ölen oğlunun eşi ve çocuklarının miras haklarının ihlal edildiğini, taşınmazların kira gelirinden dahi yararlandırılmadığını ileri sürerek tapu kaydının iptali ile adına tesciline karar verilmesini istemiş, aşamalarda da resmi senedi okumadan imzaladığını, ölen oğlunun çocuklarına devir yapılmadığının farkında olmadığını bildirmiştir.
Davalılar, davacının taşınmazları satmaya kalkıştığını, yabancıya gitmemesi için bedeli karşılığında satın aldıklarını, bedelin peşin ve nakit ödendiğinin resmi senette yazılı olduğunu, aksinin yazılı delille kanıtlanması gerektiğini, satış bedelini evlenmek üzere gittiği Azerbaycan’da 2-3 ay içinde tüketince eldeki davayı açtığını, taşınmazlardan birinde ikamet ettiğini, diğerlerinin de gelirinden yararlandığını belirterek davanın reddini savunmuşlardır.
Mahkemece; hile olgusunun sabit olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Karar, davalılardan S.. T. ve N.. Ö.. tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hâkimi raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü.
Dava; hile ve inançlı işleme dayalı tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir.
Mahkemece; hile olgusunun sabit olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davacının kayden maliki olduğu ve tüm malvarlığını oluşturan 5 parça taşınmazını tapuda satış göstermek suretiyle davalı çocuklarına temlik ettiği, kendisinden önce ölen oğlundan olma mirasçı torunlarının temlik dışı kaldığı anlaşılmaktadır.
Davacı, ilk eşinin 17/07/2006 tarihinde ölümü üzerine, 76 yaşında iken Azerbaycan uyruklu bir kadınla ikinci evliliğini yaptığını, resmi nikah öncesi bir süre birlikte yaşadıklarını ancak davalı olan çocuklarının miras malının paylaşılması endişesi ile evliliğe karşı çıktıklarını, "hileli yollarla bakmak, yardımcı olmak, ilgilenmek ve istenildiğinde iade etmek vaadiyle " resmi nikahtan önce tüm malvarlığının gerçek değerinin çok altında bir bedelle satış göstermek suretiyle adlarına tescili sağladıklarını, davacının kendisinden önce ölen oğlundan olma torunlarının temlik dışı kaldığını, miras haklarının ihlal edildiğini, başkaca mal varlığının olmadığını, satış iradesi olmayıp tekrar iade edileceği inancıyla temlik ettiğini ileri sürerek eldeki davayı açmıştır.
İddianın içeriğinden ve ileri sürülüş biçiminden; davadaki iddianın hile hukuksal nedenine değil taraf muvazaası hukuksal nedenine dayalı olduğu sonucuna varılmaktadır.
Bilindiği üzere ; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan , onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, malvarlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
Öte yandan, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (Borçlar Kanunu mad.81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin ,yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.Uygulamada mesele 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştırAnılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu,bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler”dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde ,mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup,halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamıyacağı ,zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı,meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta,nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna,hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur.Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa ,özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan,mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir.Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir.Bunun dışındaki bir kabul,hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.Somut olayda; mahkemece hukuki niteleme hile olarak yapılmış ancak inanç sözleşmesi ile ilgili bir inceleme yapılmamıştır.Hal böyle olunca; tarafların iddia ve savunmaları doğrultusunda delillerinin toplanması, iddianın yukardaki ilkeler uyarınca irdelenmesi, soruşturmanın eksiksiz tamamlanması ve ondan sonra bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme yapılarak yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru olmadığı gibi davada kendisini vekil ile temsil ettiren davacı yararına harcı tamamlanmayan dava değeri üzerinden fazla avukatlık ücretine taktir edilmesi de isabetli değildir.
Davalılardan S.. T.. ve N.. Ö.."ün belirtilen sebeplerle temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK."nın 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 5.3.2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.