Esas No: 2011/7325
Karar No: 2011/11226
Karar Tarihi: 2.11.2011
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2011/7325 Esas 2011/11226 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ : BOLU 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 24/04/2008
NUMARASI : 2007/153-2008/128
Taraflar arasında görülen davada;
Davacı, 724 sayılı parselinin yarısını davalıların murisi A."ye sattığını ancak ikiye bölünemediği için tamamını satmış gibi devrettiğini, şimdi ise davalıların kendisine ihtarname gönderip taşınmazı boşaltmasını istediklerini ileri sürerek yarı payın iptaliyle adına tescilini istemiştir.
Davalılar, davanın reddini savunmuşlar; karşı davaları ile de, el atmanın önlenmesi isteğinde bulunmuşlardır.
Mahkemece, kanıtlanamayan asıl davanın reddine; karşı davanın ise kabulüne karar verilmiştir.
Karar, davacı-karşı davalı tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi ... raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü.
Asıl dava, inançlı işleme dayalı iptal-tescil; karşı dava, el atmanın önlenmesi isteklerine ilişkindir.
Getirtilen tedavüllü çap kaydından ve veraset ilamından, davaya konu 724 parsel sayılı taşınmaz davacı İ. U. adına kayıtlı iken, 07.05.2003 tarihinde davalıların murisi A. A."na satış yoluyla devredidiği; A."nin 12.03.2006 tarihinde öldüğü ve geride mirasçıları olarak davalılar yanında dava dışı oğlu Murat"ın da kaldığı görülmektedir Davacı, çekişmeli taşınmazın yarısını davalıların murisi A."ye sattığını ancak ikiye bölünemediği için tamamını satmış gibi devrettiğini, şimdi ise davalıların kendisine ihtarname gönderip taşınmazı boşaltmasını bildirdiklerini ileri sürerek yarı payın iptaliyle adına tescilini istemiş ve davalıların murisi A.ile aralarında düzenlen 07.05.2003 tarihli harici belge aslını ibraz etmiştir.
Mahkemece, resmi satış senedi karşısında 07.05.2003 tarihli harici belgeye itibar edilemiyeceği gerekçesiyle asıl davanın reddine; karşı davanın ise kabulüne karar verilmiştir.
Dava dilekçesinin içeriği ve iddianın ileri sürülüş biçiminden, davacının inançlı işleme dayanarak eldeki davayı açtığı anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere, inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Başka bir deyişle, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Değişik bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
İnanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (Borçlar Kanunu mad.81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ifa uğruna edim” olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın, inanç sözleşmelerinin yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin, tarafları arasında onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu, taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda, eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanun"un yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı, bu durumun da temsil ve vekalet ilişkisinde mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına karar verilemiyeceği, zira Borçlar Kanunu"nun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı belirtilmiş; öte yandan, gerek taşınır gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun, nam-ı müstear hadiselerinde mesele bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağına, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Kanunu"nun 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine değinildikten sonra, sonuçta nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna hükmolunmuştur. İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü gerek işleyişi açısından genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilmektedir.
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği gibi; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda, koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin, sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme Kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından, kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Hal böyle olunca, öncelikle davanın A.A."nun terekesine karşı açıldığı, bu nedenle tüm mirasçılarına karşı yöneltilmesi zorunluluğu gözetilerek dava dışı mirasçısı M.ın da davada yer almasının sağlanması; daha sonra, dayanılan 07.05.2003 tarihli harici belge yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde değerlendirilerek asıl davanın çözüme kavuşturulması, karşı davanın da asıl davada varılacak sonuca göre karara bağlanması gerekirken, eksik soruşturma ve yanılgılı değerlendirme ile yazılı biçimde hüküm kurulması doğru değildir.
Davacı-karşı davalının temyiz itirazı açıklanan nedenlerden ötürü yerindedir. Kabulüyle, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesine göre) HUMK."nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 2.11.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.